Pazar, Aralık 23, 2012

Pazar, Ağustos 12, 2012

vertigo home

Bfi’ın son anketi, sinema tarihinin en iyi filmi olarak Vertigo’yu seçti. Çok ciddi, önemli, hatta dünyanın en önemli filmini izlemek için (bir kez daha mı? belki, ama hatırlamıyorduk ki) eşimle televizyonun karşısına oturduk bugün. Filmin her saniyesi Bfi’ın son duyurusu neticesinde ölümcül bir dikkat talep ediyordu ama akşam yemeği için barbunyaları ayıklamak lazımdı. Bu arada açılıştaki isimlerin çoğunu kaçırdım ben. Ayıkladığımız barbunyayı pişirmek için filmi durdurup mutfağa gittik. Bir süredir başımıza dert olan ve nereden peydahlandığı bilinmeyen minik sinek problemimizin kaynağını keşfetti kiti. Büyük saklama kabının içindeki sebzeler sıcaktan çürüyüp kurtlanmıştı. Kabı atmak için bir koşu sokağa fırladım. Geri döndüm. Bir sigara içtim. Filmi başlattık tekrar. Azıcık uzanayım dedim. Belim ağrıyordu. Gözlerim kaymaya başladı. Filmi sadece duyduğumu farkedince açtım gözlerimi, şöyle bir silkindim, kalktım oturdum. Eşim yeni evlat edindiğimiz kediciğe mama verirken uyuyakalmıştı. Tuvalete gittim. Balkona çıkıp yağmur devam ediyor mu diye baktım. Filmi izlemeye başladığımızdan beri dört saat geçmişti ama hikaye düğüm bölümünden çıkamamıştı daha. Arada yine mutfağa gidiş gelişler, sigara, aystii içmek… Acıktık. Masayı kurup yemeğe oturduk. Ben yine oburluk edip ikinci tabağı doldurmaya gittiğimde film bitti.

Pazartesi, Ağustos 06, 2012

mobi dik

Çocukluk anıları, kaybedilmiş masumiyet adı verilen ortak paydada cümbür cemaat buluşabilmemizi sağlar ve insan toplulukları arasında pek revaçta bir anlatım türüdür.  Her neyle uğraşıyorsanız, işler sarpa sardığında, çocukluğunuzdan bir anıyı anlatmaya başlayın. Hayata sıkıca tutunmuş duyarlılığınız ve ayrıntılara düşkün ince zekanız bir güneş gibi doğacak dinleyicinin yüzünde. Sağlam bir çocukluk anısı için dişimi kırarım, çocuğumu döverim. Ol hatıra ki, ruhumuzda yarattığı titreşimler, geçmişten gelip hafızamızın ücra köşelerine sinmiş duygu tortularının verdiği haz ve yaşanılanın bir daha asla tekrar etmeyeceğini bilmenin hüznünün toplamıdır.
Nostaljinin odaklandığı duygunun tekrar etmeyeceğinden söz ediyorum ama, dur bakayım. İlkokuldayken sınıfça kitap fuarına gitmiştik. Dönüşte öğretmen bizden fuarda görüp sevdiğimiz bir kitabı ve neden sevdiğimizi yazmamızı istedi. Bütün sınıf bir şeyler yumurtladı. Sıra okumakta olduğunuz satırların yazarına gelince, ihtişamla tahtaya kalktı ve Herman Melvil’in Mobi Dik adlı kitabını çok sevdiğini söyledi. “Neden,” diye sordu öğretmen. “Çünkü kalın bir kitaptı,” dedim. Evet, kalındı benim için sadece ve o yaşta kalın bir kitap okumaya meyletmek (ama okumamak) iftihar edilecek bir şeydi. Büyüyünce nesnelerin görünüşlerinden faydalanarak böbürlenmeyi bıraktım ama sanırım Mobi Dik’in haklı hiddetini üzerime çektim ve lanetlendim. Tahtanın önünde kalın kitaplarla hava atan tıfıl, şimdi meslek hayatında kısa ve öz yazdığını düşündüğü hiçbir şeyi beğendiremez oldu. Yazı kısa mı? Yetersiz. Derdini anlatıyor ama. Daha uzun yaz. Sayfalar dolusu çöp çıktı postadan. Oh, ne harika. Karşılığında aynı hacimde bir şeyler yazmalı. Yazamazsan araya parça koymalı. Çocukluğumdaki kaypak ben çoğalarak geri dönmüş, hayatımı istila ediyor.

Cumartesi, Ağustos 04, 2012

kabil ile tatil - 2

Raymond Chandler’in elveda guzelim romani tatile dogru giden otobus yolculugunda epey oyaladi beni. Sahile indigimde sona gelmistim. Marlowe’un sinik varolusculugu, kotuluk dolu sehir, tehlikeli kadinlar ve polisiye cepte serisine hep ayni onsozu yazan Ahmet Umit… Hikayeye dair onemli ipuclarini neden onsozde yazma geregi duyuyor diye hayiflanirken sonrasinda dustugum durum daha acikli oldu. “Philosophy of film noir”, film noir ve temel aldigi edebiyat turunde ne var ne yok hepsinin hikayesini bastan sona anlatiyordu. Ama makaleyi kaleme alanlari suclayacak degilim. Turun felsefesine dair cikarimlar yapmak icin hikayelerin uzun cozumlemelerine basvurmak sart gibi.
Film noir’in analizinde onemli yer tutan femme fatale’e iliskin aciklamalarin az otede okudugum saramago’nun ve dolayisiyla mitolojinin (saramago’nun ciplakligini daha dikkate deger buluyorum tabii) lilith soylenine ne kadar benzedigini gormek sasirtti beni nedense. Bunun baska bir yerde ve zamanda milyon kez kayitlara gecmis bir saptama oldugunu tahmin etmek zor olmasa da…
Makaleler icinde yol aldikca deleuze’un rizomatik labirenti, schopenhauer’in karamsarligini falan okuyoruz. Altinda durdugum kocaman gokyuzu ve yuzume vuran deniz sesi anlamsiz ya da baska bir dunyaya ait kilmiyor bu kavramlari. Pek heyecan verici meseleler, Grange ya da Brown sinifina ait bir seyden daha surukleyiciydi ne yalan soyleyeyim.
Bir de burada muzik calmiyor. Doganin sesini dinleyelim diye. Ama beynimizi besleyen sehrin ses vanalarini bir anda kapatinca yoksunluk krizi kacinilmaz oldu. Imdadimiza yetisen alva noto + blixa bargeld isbirligi. Mimikry. Bize biraz sehri taklit et blixa. Kanalizasyonlardan surunerek geri donecegiz sana nasil olsa. Kafiye oldu.

Cuma, Ağustos 03, 2012

kabil ile tatil

Yaz mevsiminde gazetelerin magazin sayfalarında yüksek sınıfın hiç bitmeyecekmiş gibi devam eden tatillerinin en sıradan anlarına –aybörk suya ayağını soktu, börkay denizin içinde bağırsak gazından balon yaptı vs.- haber değeri verilip halka sunulduğunu görünce, tatil yapmanın adamın köpeği ısırması gibi olağan dışı bir eylem olabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz. Zavallı sıradanlığınız içinde kısa da olsa yaşamayı düşlediğiniz bu ‘ara’nın olağan dışılığı, patronunuzun dilinden düşürmediği kozlarındandır her zaman. İş dünyasının iletişim adını verdiği hain taktiklerle (Kitap yazılır, konferans verilir, kurnazlıklar bitten yavşağa geçsin kuşak boyu yeter ki) “Bunu hak ettiğini mi düşünüyorsun?” sorusunu aklınızın bir köşesine takıverir giderayak. Daha fazlasını hak ettiğinizi hiçbir zaman düşünmemeniz için önleyici bir meşru (ama sıçayım böyle meşruiyete!) müdafaa (saldırı?)’dır işverenin işi gücü.


Ama  “ben tanrı olsaydım, başkaldırıyı seçenlere şükürler olsun, çünkü yeryüzünün krallığı onların olacaktır, derdim her gün.” der Kabil, işlediği cinayet üzerine Tanrı’yla atışırken. Yaşam, olağan dışı bağlantıların olağanlığından ibaret bir rastlantılar ağı olacak ki, tırnaklarımla kazıyarak çıktığım tatilde karşıma çıkan bu söz, deniz kenarında yatıp yuvarlanırken okuduğum kitaplar hakkında konuşmak için iyi bir giriş cümlesi esasen.
Elimde Jose Saramago’nun Kabil’iyle, zamanında Antik Yunan’ın serpilip zeytinden gençlik kuleleri yaptığı gevşek tabiatlı bir yerde, doğunun çetin ikliminde geçen varoluş meselelerini okumak iyi bir seçim gibi durmasa da, içinde bulunduğumuz çevrenin okuduklarımızın atmosferine katkısı ya da zararı olduğuna inanmadığımdan bunu pek umursamadım.
Çöreklendiğimiz bölgedeki sakinlik ve huzur, ikinci gün bayıltma noktasına getirdi bizi ne yazık ki. Karşıdaki ada, deniz, akşam çıkan ay inatla yerinde duruyordu sanki. İşte tam o ara Kabil’de şöyle bir bölüme denk geldim:
Yeşa, Tanrı’nın rüzgarını arkasına almış tam gaz ilerlerken düşmanı sıkıştırıyor ama savaşı kazanması için biraz daha aydınlık lazım. Aksi gibi, güneş batıyor. Hemen Tanrı’ya sesleniyor. Güneşi durduruver de coşalım er meydanında… Olmaz, durduramam. Şaşırıyor Yeşa, “Hani her şey geliyordu elinden panpa?” diye soruyor hayal kırıklığıyla. Cıvıklığın lüzumu yok hıyarağası. Güneş zaten duruyor. Dünya dönüyor onun yerine, ondan işte geceyle gündüz. Yeşa çok iyi canlandırdığı şımarık zengin piçi tavrıyla “Acele işim var diyorum, dünyayı durdur o zaman omuğogoyum “ diyor. Olmaz durduramam. Düzeni ben kurdum ama her boku da kurcalayamam ki evladım, işleyen sistem var burada, benden çıktı artık, ama iki bulutu tependen çekeyim de ışıktan azami faydalan eşşoğlusu seni. Neyse efendim, hikayenin gerisi tarih.
Madem güneş duruyor, dünya dönüyordu ve Tanrı bizimle hiç mi hiç polemiğe girmemişti, manzarayı değiştirmenin tek yolu kalkıp başka yere gitmekti. Tepeden limana gezdiğimiz Assos’u anlatıp bilgi sahibi olmadığım konularda atıp tutmayacağım ama şunu söylemeliyim: Aziz Paulus Midilli’ye oradan da Roma’ya gitmeden önce arkadaşlarına, siz beni Assos’ta limanda bekleyin, geliyorum demiş. Bugün olsa Paulus limanda onu bekleyen arkadaşlarını ne halde bulurdu acaba? Neredeyse hiçbir kamusal alanın bulunmadığı, restoran ve otellerin özel mülk adı altında yolları ve kıyıyı zaptettiği bu yerde rahatça bekleyebilmek için komi, garson ya da çaycı olarak işe girmek lazım.
Aslında birkaç şey daha vardı anlatacağım ama boku çıktı yazının. Uzadı manasız yere.

Pazar, Temmuz 29, 2012

strange circus

yıllar sonra beni tırstırmayı başardın sion sono. beyinle, omurilikle oynamayacaksın dediydi rahmetli anneannem. seyre dalanı dahi korkutacak bir pisliğin içinde bulabilirsin kendini. izlemenin, duyuşun kimyasal bir açıklaması var. ama benim kafam sığ sulardadır zora gelince.

Çarşamba, Mayıs 16, 2012

Salı, Nisan 03, 2012

Hammett'in 'ailenin laneti' (the dain curse) kitabinda, merhametsiz gorunusunun altinda atan altin kalbinin altinda soluk alip veren dunyevi dalavereye karsi hinc duygusu, dedektifimizi bazi anlarda her seye karsi olmanin sagladigi konforlu tahttan atip tutmaya sevk ediyor gibi. Yine de adam hakli beyler: "...dunyanin en aptalca islerini neden yaptigina dair her zaman cok tutarli, mantikli, inandirici sebepler surmekte ustune yoktur. Kendisi reklamcidir."

Pazar, Mart 25, 2012

iksv 31. istanbul film festivali seçkim. üçüncü ayak banko. film oynar, insan bakar.

Cumartesi, Mart 24, 2012

Perşembe, Mart 22, 2012

Oturdugum kahvecinin karsi kaldiriminda baba zula'dan murat ertel kaftanini giymis birini bekliyor. Yanimdaki masada duplikas grubundan sakalli bir adam, ulkedeki muzigin gidisati ve (her zaman oldugu gibi) yerel muzik formlariyla nasil tanisip aydinlandiklari hakkinda demec veriyor. Bugun dogu-bati sentezi bayrami olabilir mi? Buyuk onder erkin koray icin siir okuyup heykeline celenk koyarlar mi ki?

Salı, Mart 20, 2012

reklam yönetmenine film yaptırırsan, eline geçen her şeyi cilalayıp satılığa çıkarır. ingiliz'in hödüğü de işin içine girince hakikaten katlanılmaz bir şeye dönüşüyor ortaya çıkan. kill list'i geceyarısı çılgınlığı bölümüne koyanlar, en azından isteyen uyur diye düşünerek hareket etmiştir umarım.

Cuma, Mart 16, 2012

Saat sabahın beşi. Beynimi yatakta uyur halde bıraktım, çıktım sokağa. Taksici huzur versin diye dini yayın yapan bir radyo kanalını açtı. Hoca bilmem kim, dinleyici sorularını yanıtlıyor. Adam doğacak çocuğuna 'abdullah muhammed bin' ismini koymak istiyor. Ama bin ne demek, caiz midir hocam? Bin mi, din mi diyor hoca. Bin, bin... 999'dan sonra gelen sayı mı, yoksa bildiğimiz din mi, islam gibi olan? Sayı gibi olan, ama sayı olmayan. O bin, oğlu demek, isim olmaz; vakkas oğlu abdullah muhammed olur senin oğlan. Ama isim değil o. Bin olan. Oyle mi hocam, sakata gelmeyelim de. Allah razı olsun sizden. Cumlemizin. Amin.

Pazar, Mart 11, 2012

simmel, kültürün bir tarihi olmasının nedenini açıklarken yaşam ve yapıt arasındaki çatışmadan söz ediyor iki saat boyunca okumak zorunda kaldığım önsözden sonra:
hayatın yaratıcı hareketinin, hayata ifade ve gerçekleşme formları sunan birtakım yapıtlar ürettiği her yerde, buna kültür deriz: yasalar, sanat eserleri, din vb. bunlar, hayatın kesintisiz akışını içlerine alıp ona form ve içerik, ufuk ve düzen kazandırır. fakat hayat sürecinin bu ürünlerinin kendine özgü bir özelliği vardır: ortaya çıktıkları andan itibaren kendilerine ait sabit birer forma sahiptirler... bu formlar, hem kendilerinden uzaklaşan yaratıcı hayatı taşırlar, hem de bunu takiben içlerine dolan, ama bir süre sonra kuşatamaz oldukları hayatı... ilk oluşma anlarında hayatlka uyumlu olabilirler; ama hayat kendi evrimini sürdürdükçe, bu formlar katılaşıp sabitleşmeye başlar, hayata yabancı, hatta düşman hale gelirler. (modern kültürde çatışma)
görmezden gelinemez varlığını halen tüm şiddetiyle sürdüren bir olguya dokunan ya da onu kibirli kollarıyla saran/sarsan otoriter yapının köhneliğinden yakınıp, o olgu üzerinde -aslında hiç de gerekmiyorken- yeni bir otoriter yapı oluşturulmaya çalışılması (ve elbette eskisinin kötülüğünün ileride tekrar hortlatılmak üzere gölgelerin arkasına saklandığı unutulmamalıdır), kültür dünyamızın devinmeye devam ettiğinin umut verici bir işaretidir. ya da: ben neden dert ettim ki bunu kendime?

Pazartesi, Mart 05, 2012

flann o'brien'ın dalkey arşivi adlı romanında gözlerden uzak kalabilmek için küçük bir kasabada 'gıda sektöründe' çalışmaya başlayan, yazdıklarını hatırlamayan ya da reddeden bir james joyce var. joyce, üzerinde çalıştığı eseri için "düşüncelerime ve argümanlarıma gayet hakimim... düşüncelerim henüz çok yeni. korkarım ki onları henüz kelimelerle ifade edemiyorum" gibi bir laf ediyor mick'le sohbeti sırasında. ne adam! kelimeler düşüncelerini karşılayamayacak kadar güdük kalıyor demek ki. doğru, iyi niyetimi eksik etmem ben kötülük görmedikçe. ama o'brien'ın saygıda kusur etmeyen hınzırlığı başka düşünceleri tetikledi içimde. dilin olmadığı yerde düşüncenin varlık kazanamayacağı konusundaki dilbilim kuralı gelmeseydi sefil aklıma, daha ileri gitmezdim. bu kadarla kalsa yine iyi. kitabın yazıldığı tarihe baktım. zamanın güncel meselelerinden aldığı destekle, daha derinden vurmuş olabilirdi o'brien. joyce'un romanda dile getirilen durumuyla lacan'ın imge evreni arasında sıkı bir bağlantı vardı. joyce, imge evrenine sığınıyor ya da bir tür bunaklık neticesinde geri dönüyordu oraya. böyle bir alan içerisinde dilden söz edemiyorduk. joyce'un bilinçdışına hapsolmuş yaşlı-çocuk bedeni simgesel düzene karşı ayak dirediği müddetçe kendisini ifade edemeyecekti. ama simgesel düzen de pek matah bir şey sayılmazdı canım. dilin içinde anlam kazanmış, gerçek olduğu iddia edilen her şey düzmeceydi. kutsal ruh bile çok sonraları baba-oğul ikilisine yancı yazılmakla uydurulmuştu joyce'a göre. tekrar bu yalana dönmenin ne anlamı vardı? vay canına dedim kendi kendime. hafta sonu konuştuğumuz emlakçı doğru söylüyordu! evin bir tarafı istediğiniz gibiyse; öteki tarafında mutlaka bir yamukluk olurdu. iki yakanın bir araya geldiği görülmemişti. emlakçılar da en az lacan kadar baş ağrıtıcı olabildiğinden daha fazla kurcalamadım söylediklerini.

Cuma, Mart 02, 2012


soldan sağa: yıldırım önal, orson welles, herbert lom.

Çarşamba, Şubat 29, 2012

proust'un geçmişe ait anıların istiflendiğini söylediği istenç dışı belleğin harekete geçmesi için gereken tüm nesneler, çöp evlerde itfaiye tarafından kurtarılmayı bekleyen dedeler, nineler ve delilerin elinde. ellerini ovuşturarak, ufacık da olsa, geçmişe ait bir duygunun kıpraşması için kıvrananlar... evler duygu dolu. itfaiye kapıyı kırdığında iç çeken insanlar çıkıyor önlerine. ya da ölüler. yazılmak istenmeyecek kadar ağır bir koku sinmiş üzerlerine. sen ne dersin ferit?

Pazar, Şubat 26, 2012

festival filmlerinde elektronik türkçe altyazı, görüntüdeki ingilizce altyazının önünde gittiği anlarda neden tepki vermek için ingilizce altyazının görünmesini bekliyoruz? bakmak istemesek de gözümüze çarpacak kadar uzun durmuştu oysa perdenin altında. turistik bir ziyaret için kentte bulunan yabancılar gibi görünmeyi mi umuyorduk yoksa karanlıkta pusuya yatmış seyirdaşlarımıza hitaben yabancı dil bildiğimizin altını mı çiziyorduk?

Cuma, Şubat 03, 2012

ifistanbul 2012

2012 yılının işçi sınıfı (hafta içi gündüz seanslarını pas geçenler) seçkisi:
- tatsumi. çizgili film. miike. oyunu var. conito. fiyuuuv. finisterrae. iyi saatte olsunlar. sumagura. japon modası. dün yatmadan önce başka filmler de seçmiştik ama saatleri uymadı. torrent morrent ne varsa girişiriz onlara da.

Salı, Ocak 31, 2012

adliyenin dar koridorlari durusma bekleyenlerle tiklim tikis. merdivenlerin kenarinda buldugum bosluga yerlestirdim kutlemi. burnuma osuruk kokusu geldi. asagidaki basamakta duran adam bagirsak gazinin bu sogukta ciktigi gibi yukari yukseleceginden habersiz ve kaygisiz ve hoyrat ve hiyar gibi yelleniyor. benim de gazim var ama tutuyorum. karnim agriyor. Disarda dunyanin sogugunu yemisim. Yine de kaslarim simsiki kapali. bana ogretildiginde ya da ne bileyim kendi kendime oyle olmasi gerektigini dusundugumde, meger coktan kaduk olmus bir kurala riayet emekle yukumlu sayiyorum kendimi. kiti'nin santiyedeki kedisi totos, kopek kulubesi bos olmasina ragmen karin icinde yatiyormus. ben kivraniyorum, totos usuyor, bu adam hla osuruyor. yanlis giden bir sey var.

Pazar, Ocak 29, 2012

dün kappa no sanpei, bu akşam hausu. hal ve gidişat sallantıda.

Cuma, Ocak 27, 2012

franju'nun eyes without a face filmini izlerken alasdair gray'in zavallılar'ı okunabilir mi?

Çarşamba, Ocak 25, 2012


fleurs du mal'in son şiiri, le voyage'dır. sen ey ölüm, yaşlı kaptan, zamanıdır artık, gel demir alalım! flâneur'ün son yolculuğu: ölüm. yolculuğun hedefi: yeni. yeni'yi bulmak için bilinmeyenin derinliklerine! yeni, malın kullanım değerinden bağımsız bir niteliktir. yeni, toplumsal bilinçaltının yarattığı görüntülerin onsuz olamayacakları dış görünüşün kaynağıdır. yeni, yanlış bilincin, yorulmak bilmez acentalığını modanın yaptığı yanlış bilincin özüdür. yeninin bu görüntüsü, tıpkı bir aynanın başka bir aynadan yansıması gibi, hep aynı kalan'ın ışığında yalnızca kendi kendini yansıtır. bu yansıtmanın ürünü, içersinde burjuva sınıfının kendi yanlış bilincinin tadını çıkardığı "kültür tarihi"nin fantazmagorisidir.