Cuma, Ağustos 03, 2012

kabil ile tatil

Yaz mevsiminde gazetelerin magazin sayfalarında yüksek sınıfın hiç bitmeyecekmiş gibi devam eden tatillerinin en sıradan anlarına –aybörk suya ayağını soktu, börkay denizin içinde bağırsak gazından balon yaptı vs.- haber değeri verilip halka sunulduğunu görünce, tatil yapmanın adamın köpeği ısırması gibi olağan dışı bir eylem olabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz. Zavallı sıradanlığınız içinde kısa da olsa yaşamayı düşlediğiniz bu ‘ara’nın olağan dışılığı, patronunuzun dilinden düşürmediği kozlarındandır her zaman. İş dünyasının iletişim adını verdiği hain taktiklerle (Kitap yazılır, konferans verilir, kurnazlıklar bitten yavşağa geçsin kuşak boyu yeter ki) “Bunu hak ettiğini mi düşünüyorsun?” sorusunu aklınızın bir köşesine takıverir giderayak. Daha fazlasını hak ettiğinizi hiçbir zaman düşünmemeniz için önleyici bir meşru (ama sıçayım böyle meşruiyete!) müdafaa (saldırı?)’dır işverenin işi gücü.


Ama  “ben tanrı olsaydım, başkaldırıyı seçenlere şükürler olsun, çünkü yeryüzünün krallığı onların olacaktır, derdim her gün.” der Kabil, işlediği cinayet üzerine Tanrı’yla atışırken. Yaşam, olağan dışı bağlantıların olağanlığından ibaret bir rastlantılar ağı olacak ki, tırnaklarımla kazıyarak çıktığım tatilde karşıma çıkan bu söz, deniz kenarında yatıp yuvarlanırken okuduğum kitaplar hakkında konuşmak için iyi bir giriş cümlesi esasen.
Elimde Jose Saramago’nun Kabil’iyle, zamanında Antik Yunan’ın serpilip zeytinden gençlik kuleleri yaptığı gevşek tabiatlı bir yerde, doğunun çetin ikliminde geçen varoluş meselelerini okumak iyi bir seçim gibi durmasa da, içinde bulunduğumuz çevrenin okuduklarımızın atmosferine katkısı ya da zararı olduğuna inanmadığımdan bunu pek umursamadım.
Çöreklendiğimiz bölgedeki sakinlik ve huzur, ikinci gün bayıltma noktasına getirdi bizi ne yazık ki. Karşıdaki ada, deniz, akşam çıkan ay inatla yerinde duruyordu sanki. İşte tam o ara Kabil’de şöyle bir bölüme denk geldim:
Yeşa, Tanrı’nın rüzgarını arkasına almış tam gaz ilerlerken düşmanı sıkıştırıyor ama savaşı kazanması için biraz daha aydınlık lazım. Aksi gibi, güneş batıyor. Hemen Tanrı’ya sesleniyor. Güneşi durduruver de coşalım er meydanında… Olmaz, durduramam. Şaşırıyor Yeşa, “Hani her şey geliyordu elinden panpa?” diye soruyor hayal kırıklığıyla. Cıvıklığın lüzumu yok hıyarağası. Güneş zaten duruyor. Dünya dönüyor onun yerine, ondan işte geceyle gündüz. Yeşa çok iyi canlandırdığı şımarık zengin piçi tavrıyla “Acele işim var diyorum, dünyayı durdur o zaman omuğogoyum “ diyor. Olmaz durduramam. Düzeni ben kurdum ama her boku da kurcalayamam ki evladım, işleyen sistem var burada, benden çıktı artık, ama iki bulutu tependen çekeyim de ışıktan azami faydalan eşşoğlusu seni. Neyse efendim, hikayenin gerisi tarih.
Madem güneş duruyor, dünya dönüyordu ve Tanrı bizimle hiç mi hiç polemiğe girmemişti, manzarayı değiştirmenin tek yolu kalkıp başka yere gitmekti. Tepeden limana gezdiğimiz Assos’u anlatıp bilgi sahibi olmadığım konularda atıp tutmayacağım ama şunu söylemeliyim: Aziz Paulus Midilli’ye oradan da Roma’ya gitmeden önce arkadaşlarına, siz beni Assos’ta limanda bekleyin, geliyorum demiş. Bugün olsa Paulus limanda onu bekleyen arkadaşlarını ne halde bulurdu acaba? Neredeyse hiçbir kamusal alanın bulunmadığı, restoran ve otellerin özel mülk adı altında yolları ve kıyıyı zaptettiği bu yerde rahatça bekleyebilmek için komi, garson ya da çaycı olarak işe girmek lazım.
Aslında birkaç şey daha vardı anlatacağım ama boku çıktı yazının. Uzadı manasız yere.

Hiç yorum yok: