Cumartesi, Kasım 13, 2010

asıl siz teslim olun!


stereolab - everybody's weird except me


rough trade marketler zinciri, albümün 500 adet çok özel (!) pirüpak vinil versiyonunun ön satışıyla ördek avına çıkmış.

Cumartesi, Ekim 09, 2010

varlık ve zaman

toni, yaşam tecrübeleri sonucunda evindeki eşyayı yalnız mutlak bir ihtiyaç hasıl olduğunda -ama titiz davranmak kaydıyla- kullanırsa kendine daha çok zaman ayırabileceğini keşfetmişti. evde halıdan arta kalan boşluklarda yürüyor, çamaşırlarını temiz tutmak için onları nadiren değiştiriyor; kokmamak için terlemiyor, terlememek için hareket etmiyordu.

akşamları hazırladığı tütün sofrasını yere serdiği gazete kağıtlarına kurmayı adet edinmesi de bu yüzdendi.

kuru tohumlar yüzünü ateşe dayadığında, dudakları çoktan başka bir sözcüğü söylemeye girişmiş ölü çiçeklerin açarken çıkardıkları sesi taklit edercesine patlıyordu. kıyılmış yapraklar ise hemen her zaman cılız bir iniltiyle küle dönüşüyordu.

toni'nin yerdeki gazete kağıtlarına takılan gözlerinin beyin organına gönderdiği zayıf ama düzenli sinyaller, beynin de ilgisini çekmiş olmalı ki zaman içerisinde anlamlı bir bütün halinde algılanır olmuştu. böylece toni, ülke ve dünya gündemi hakkında hatırı sayılır bir bilgi birikimine kavuştu. bu bilgiyi somut olaya uygulayarak kendine özgü bazı fikirler edinmesi de görülmemiş değildi.

ben de oradaydım işte. duvardaki saate bakıyordum. kolonun üzerine asılı saat görüntüsü geliyor şimdi gözkapaklarımın arkasına. toni gündemdeki hararetli bir tartışma konusunda yorum yapıyordu. tanımadığım isimleri duyunca saate yöneldim tekrar. saatin ince çubuğu kendi adının verildiği doğrultuda altı derecelik açılarla ilerliyordu her saniye. zaman geçiyor dedim. anlatmaya devam etti. birbirini izleyen iki vuruş arasındaki o gri boşluğun kırılgan salınımının etkileyiciliğinden bahsettim. küfür ederek yatmaya gitti. inanıyorum ki bu hareketin nedeni, nabokov'un pek yerinde teşhisi uyarınca, sözlerimin verdiği eziyet değil, bir varlık durumundan diğerine geçmek için gerekli gizemli zihinsel manevranın benzersiz sıkıntılarıydı. biliyorsun, bu kolaydır evlat.

Salı, Ekim 05, 2010

fil ekimi

bu akşam gördüm ki tüm biletler talan edilmiş, üç beş filme kenardan köşeden yer kalmış. ek gösterime layık görülen filmler: devrim, carlos, sosyalizm. beyazperdede ekim devrimi.

Çarşamba, Eylül 29, 2010

ejderha alfabesi

ejderhanın dövmeli kızı filmi gelmiş sinemalarımıza. bunu da izlemesek konu komşuyla ortak bir paydamız kalmayacaktı. çağdaş uygarlık seviyesine ulaştığını sandığımız kuzey topraklarının steril ve semiz insanlarında deri altına oturmuş cerahatin varlığına bir süredir çeşitli vesilelerle şahit oluyor ve "yayla gibi ferah yerde kıçlarına rahat mı batıyor?" diye söyleniyorduk. bu filmde de anafikir değişmiyor. filmin sergilediği toplumsal çöküntü manzarasına rağmen, yazılı olana duyulan inanç dikkate değer.

dövmeli kız ve gazeteci adam, evrak üzerinden karar vererek ulaşıyor sonuca. polisiye türünün alışık olduğumuz tarzda suç mahalli incelemeleri yok. gazete arşivi didiklemeleri ve internet'te sağa sola dadanarak veri toplama çalışmalarını izliyoruz sürekli. altmış yıl önce kayda geçmiş bilgiyi kendi elleriyle koymuş gibi bulabilmenin kıvancıyla dolup taşıyor içleri.

gizemin çözülmesinde gazete haberleri başrolde. haberin gerçekliği hiç tartışılmıyor ama. bedene kazınmış dövme gibi. bu noktada, kim kime ne yapmışı düşünmeyi bir kenara bırakıp, bu yöntemin onları tamamen yanlış bir sonuca götürmesini diledim içimden. haberdeki yorumlar, karakterlerin düşünce biçimleri onları hatalı bir yola sürükleseydi. sonra kendi yarattıkları karmaşanın içinden çıkmak için debelenip dursalardı. o kadar karışmadı işler. yine de ulaştıkları sonucun doğru olduğuna dair kuşkularım var. gerçeğin tepetaklak olabileceği beklentisi yalnızca bizim topraklarımıza özgü bir durum olabilir mi? tophane'de ne oldu peki?

Pazar, Temmuz 18, 2010

günercin

hareket etmediğinde ayak ucunda bitmeye yeltenecek kadar cesur, kılını kıpırdattığında kaçacak kadar korkak, ömrü boyunca bu döngüyü tekrarlayacak kadar salak, yiyen, içen, guruldayan, kabaran, sevişen, yumurtlayan, doğum kontrole inanmayan, telin üzerinde hizada duran, hizada sıçarken kafanızı hedef almayı seven, taşı delen bokuyla başedilemeyince insanlar tarafından talih işareti sayılan, yegane numarası takla atmak olan güvercin. ha, bir de uçuyor.

Cuma, Temmuz 02, 2010

okunmuş şeker



bütün sınavların ertesinde... okuyup üfleyen: tuğba.

Çarşamba, Haziran 16, 2010

dünyanın sırtı

evden çıkıp gittiğimde geride kalan eşyanın varolmaya devam ettiğini düşünmeme neden olan şey nedir? masa hala masa olarak mı kalıyor yüzümü başka yöne çevirdiğimde? üzerinde taşıdığı kitaplar, defterler, spoçpopsukerpent kalemtraş... ben yokken gözümün önünde yansıyan biçimleriyle kaldıklarını nereden çıkarıyorum? sırtımı döndüğüm dünya, kafamın içinde gezinen bir hayal artık. dünyanın sırtını döndüğü yerde, bir hayal gibi döneniyorum.

clinic - monkey on your back

Cuma, Nisan 23, 2010

yirmiğüçniysan


23 nisan çocuk bayramı kutlama törenleri. öğrenciler, her biri ayrı telden çalarak ece ayhan şiirleri okudu. kaymakam bonnie 'princess' billy, koltuğuna oturan çocuğa el emeği göz nuru, okunup üflenmiş b.p.b. plağı armağan etti. çocuklar bayram tebriklerinin ardından 'anlatılmaz bir kılıçtır kuşanmış taşırım belimde karaduygululuk' sözleriyle huzurdan ayrıldılar. içlerinden biri 'hell yes, i see an unbearable lightness!' diye bağırdı. tören, kalabalığın sessizce dağılmasıyla sona erdi.

palace music - the brute choir

Salı, Nisan 20, 2010

alexia

"resmi evrak bu. üzerinden geçemeyiz. sen iyisi mi, yeniden hazırla." resmi evrak... kağıdın mürekkebi dağılıyor gözümün önünde. kitlesel kabusun parçalanmış notlarıyla dolu odanın duvarlarını kaplayan dolaplar. unutulmuş bir dilde kaleme alınmış hepsi. ne zaman ortaya çıktıklarını ya da ne anlama geldiklerini bilen kimse yok. kadim zamanlardan kalma kutsal bir metin gibi inanmaya devam ediyoruz ama. bu karanlık okyanusun ortasında kendi ellerimizle yarattığımız kağıttan adacıklarda yaşamaya çalışmak birinci görevimiz.

dead letters spell out dead words - no words

Çarşamba, Nisan 14, 2010

devlet ve ben


blumfeld - l'etat et moi

Perşembe, Nisan 01, 2010

tereddütler

sabahları yerin altına kazılmış tünellerden geçerek işe ulaşmaya çalışırken, beyin damarı açma egzersizlerimi bir süredir autechre'nin yeni albümü eşliğinde gerçekleştiriyorum (cümlenin kendi ekseni etrafında tapınırcasına dönen şaşmaz vurgusu, el6 pazar ekinde 'ses gurmeniz seser odiyo sizler için yazdı' başlıklı bir köşeye konuşlanmak için yeter sebep). her sabah tekrar eden bu eylemdeki temel itkinin, bedenim ve zihnim arasındaki uyumu mesai saati başlamadan mükemmele yakın bir noktaya getirerek, emeğimin gün içinde maksimum derecede 'sağılmasını' temin etmek ve böylece toplumun faydalı bir bireyi olabilmek amacını taşıdığı söylenebilir. gezegenimiz makinelerin istilası ile karşı karşıya kalır da, kendimi savunmam gereken distopik bir durum ortaya çıkarsa, 'ben de sizdenim kanka!' diye ortaya atılır, kanıt olarak da bunu öne sürerim. insanlık? senin için kendimi daha fazla yoracak değilim. sürekli kendi adını sayıklayan kas yığını bir gerizekalının önderliğinde özgürlük mücadelesi vermek istersen saygı duyarım demek isterdim ama yığınların arasında ezilip büzülen varlığını buradan seçemiyorum ki. tecahül-i arif is bliss, ya da öyle bir şey.

fakat hemen sinirlenmeyiniz. altı üstü bir teori. varsayım. adı üzerinde değil, yanıbaşında. varsay. yok. içimde kör topal yaşamaya devam eden duygular var hala. bu duygulardan birini senin için özenle seçip çıkarıyorum. ve robot teorim yerine bunu uygulamaya karar veriyorum olayımıza. kulaklarımdan taşan müzik, kendimi suya bırakmadan önce ya da suyun içinde, seninle aramda bir 'ses duvarı' oluşturmaya ya da ne bileyim, 'ara bölgeler', 'kaçış delikleri' açmaya yarıyor.

hayır sevgili dostum, hayır! şaka ediyorum. seni ben pek çok, pek çok severim. bu yazıda nisyanım sana değil. mp3 çaların içinde köşe bucak saklanıp ortalıktan kaybolan ama bugün varolduklarını yeniden hatırladığım seslerdir nisyanımın hedefi. farklı zaman ve mekanlarda kazara kayıt tuşuna basmam sonucunda kaydedilmiş ortam sesleri. birinde, uzun süren karayolu gürültüsünden sonra uğultulu koridorlar arasında dolaşıp (bir cenazenin arkasında ağır adımlarla yürüyormuşum izlenimi uyandıran ritmik bir ses duyuluyor bu anlarda. oysa hiç de öyle yürümem.) devlet dairesinin hararetli keşmekeşinin ortasına atıyorum kendimi. işim bittiğinde süratle aynı yoldan geri dönüyorum. boğazımı temizliyorum birkaç kez. sigaradan olacak. bir tanesi girerken, diğeri de çıkarken olmak üzere toplam iki asansör sahnem var. uğultu kesiliyor kabinin içinde. telefonla konuşan bir adamı dinliyoruz. ben susuyorum. konuşmam gerekmiyor. yalnızım. küçük rol yoktur, küçük oyuncuyum. diğer kayıt, yaklaşık yetmiş yedi dakika süren bir yolculuk hikayesi. opus magnum'um. şimdilik. vapurda başlıyor. indikten sonra tren garının anonslarını, turnikelerin elektronik mıyıklamalarını duyuyoruz. ardından bunca yıl nasıl dayanabildiğime şaşırdığım sıkıcı banliyö yolculuğumun tamamına tanıklık ediyoruz. seslerin zihnimde uyandırdıkları görüntü net ama başkası için böyle olmayacağı açık. ne de olsa yol da benim, menzil de. yol dediğin şey tereddütlerdir diyen kafkaesk bünyeler, birleşiniz ve tüm tereddütlerinizin ses karşılıklarını bularak kendi dilinizi oluşturunuz. sonra da neyi ele geçirecekseniz geçirin.

sözünü ettiğim iki kaydı burada yayınlayabilmem için fazlalıkları kırpmak gerek. şu anda uğraşamayacağım. ama elinizi boş göndermiyoruz. yazıhanedeki masamda yaptığım küçük çaplı sefanın kaydı, 'son kullanıcı'nın emrine amadedir. çalan şarkıyı (ilk?) bilene, yılların ganyancı tecrübesiyle babamın bu cumartesi günü veliefendi'de gerçekleşecek yarışlar için yaptığı tahminlerden oluşan altılı kuponu hediye.

Cuma, Şubat 12, 2010

paylaşmayan kul kalmasın

♥░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░♥ ♥░░▓▓▓▓░░▓▓░░░░▓▓░░░░░▓▓▓▓░░▓▓░░▓▓░░♥ ♥░▓▓░░▓▓░▓▓░░░░▓▓░░░░▓▓░░▓▓░▓▓░░▓▓░░♥ ♥░▓▓▓▓▓▓░▓▓░░░░▓▓░░░░▓▓▓▓▓▓░▓▓▓▓▓▓░░♥ ♥░▓▓░░▓▓░▓▓░░░░▓▓░░░░▓▓░░▓▓░▓▓░░▓▓░░♥ ♥░▓▓░░▓▓░▓▓▓▓▓░▓▓▓▓▓░▓▓░░▓▓░▓▓░░▓▓░░♥ ♥░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░♥

...is my co-pilot

Çarşamba, Şubat 03, 2010

karşı ataklar

kaleciye geri pas yapmanın (daha doğrusu kalecinin bu durumda topu elle tutmasının) futbol kurallarından silinmediği, ülkemizdeki futbol karşılaşmalarında doludizgin yaşandığı yıllardı. televizyon karşısında izlediğimiz maçlarda ola ki bir geri pas vuku bulsun, babam küfrü basıyor, hemen ardından kontra atak denilen oyun düzenini modern futbolun kurtarıcısı olarak kutsuyordu. hafızasının zayıflığından mı yoksa hayata dair çok önemli bir tespiti dile getirmenin verdiği hazdan mı bilinmez, fifa olaya el koyana dek evimizde binlerce kez tekrar etti bu sahne.

sonradan kaleciye geri pas yapmak yasaklandı yasaklanmasına ama ağaç da yaşken eğilmişti geçen zaman zarfında. futbolu, ne yalan söyleyeyim, hiç sevmemiş; ama kontra atak kavramını bireyin temel dinamiklerinden biri sayarak kendi yaşamıma da uygular olmuştum. aşkta, işte, aklınıza gelebilecek her mecrada yarı sahamdaki ayak oyunlarını ve saldırıları hareketsiz izliyor, düdük çalana kadar böyle devam edecekmiş duygusunun kemikleştiği bir anda, kalkıp gidiyordum. uzun uzadıya taktik çalışarak planlar yapma düşüncesinin içimde yarattığı daralmayı yadsımıyorum bu kalkışmanın köklerine baktığımda. bu yüzden kontra atak bile sayılmayabilirler. yalnızca bir an geliyor, neden - sonuç zincirlerinden boşanmış bir gitme düşüncesi zuhur ediyor; ve ben harekete geçene kadar da peşimi bırakmıyordu. kalem boş mu ya da gittiğim yönde bir kale bulabilecek miyim bilmiyordum. bir hedef var mıydı gerçekten yoksa başka bir akıntının etkisi altına mı girmiştim? bir yanıt beklemiyorum bu sorulara artık. bir yere ulaşma beklentisinin ya da sürüklenme iradesizliğinin değeri yok gözümde. gördüğüm en korkulu düşler, hareket edemediklerim.

öte yanda, konuyu paranoyakça ama gerçekle de sırt sırta duran bir noktaya çekmeden duramıyorum. belki de başından beri oyunda benden başka kimse yoktu. spiker taklidi yaparak sahada bir aşağı bir yukarı koşturdum, olmadık durumlara sokutum kendimi. yazan yöneten ta kendisi. bu olasılıkta kontra atak teorim muazzam bir biçimde sıçıyor ve yerini john woo teorime devrediyor. kendini pisliğin en derinlerine itip oradan kurtulmak için çırpınan karakterleri anlatan bir john woo filmini yaşıyorum. fucked up life, hard-boiled wonderland (bu da saçma sapan bir çağrışım oldu gece gece).

fugazi - waiting room

Pazartesi, Ocak 25, 2010

üşüyoruz kirgor amca



malcolm middleton - cold winter


seabear - cold summer

Pazar, Ocak 24, 2010

karlı sesler

gökyüzünü kaplayıp odanın içine sızan siren seslerini yattığım yerde dinlerken, unutulmuş bir zamana ait tahtadan yapılmış yelkenli gemilerin gün ağarırken kısa süreliğine yaşadığımız şehre uğradıklarını, aydınlık mutlak hükmünü ilan ettiğinde ansızın kaybolacaklarını düşünürdüm. o zamanlar erken kalkıp okula ya da işe yetişmek ve denizde neler olup bittiğini kendi gözlerimle görmek gibi bir zorunluluğum yoktu. sesler, onları nasıl hayal ediyorsam öyleydi. sonraları insan içine çıkıp kitleleri kucaklamaya başlayınca, bu sesler de kitlelerin onlara verdiği anlam kadar tınlar oldu. sirenler deniz trafiğinde bir problem olduğunu haber veriyordu. biz de karşıya geçmenin başka yollarını arıyorduk. en reziliyse soğuk bir sabaha uyanıp bütün gece büyük bir emekle ısıttığınız yataktan ayrılmaktı. ölene kadar devam edeceğini tahmin ettiğim bu işkenceyi tarif etmek için debelenmek yerine, d.h. lawrence'ın ölen adam öyküsünden bir alıntı yapayım (dünyaya düşen adam, uyuyan adam derken... karşınızda ölen adam. bilge karasu çevirisiyle elbette) :

"istese kıpırdanabilirdi: biliyordu bunu. ama kıpırdanmak istemiyordu canı. ölülerin arasından kalkıp dönmeyi kim ister ki? kımıldamanın önsezisinde bile, içinde, derinden derine bir gönül bulantısı kıpırdıyordu. içinde zaten başlamış olan garip, ölçüye vurulmaz harekete: bilinçliliğe yeniden dönüş hareketine içerliyordu şimdiden. öyle olmasını istememişti. ötelerde, belleğin bile taşlar gibi ölü yattığı yerde kalmak istemişti."

bu zorunlu sabahları renklendiren, gündelik hayatın baskıcı sıradanlığını bozguna uğratan bir olay varsa o da, karla örtülmüş bir güne uyanmaktır kanımca. hatırlıyorum da, gece yatmadan mesaiye başlayan karın sabah uyandığımda dışarıyı beyaza boyadığını görünce siren seslerine aldırmadan dışarı, denize doğru atmıştım kendimi. vapurların çalışmadığından emindim. karayolunu kullanan toplu taşıma araçlarının hazırlıksız yakalandığını anlatan akşam haberlerini kafamda canlandırıyor, gitmek zorunda olduğum yere gidememenin kolektif mazeretini düşündükçe kıvanç duyuyordum. bu sabah ben istediğim için dışarıdaydım. dünyayı her zamanki ritminden ayrılmış halinde görmesem olmazdı.

böyle anlarda, tarih boyunca insanlığın kazandığı hız durma noktasına gelir. dua gibi okunup ezberlenmiş kurallar beyaz bir devrimle tahtından edilmiş gibidir. hayat, yavaş çekimde akmaya başlar. boşluk, ete kemiğe bürünmüştür. keskin uçları törpülenmiş seslerin perspektifsizliği, oyunbaz bir makamda söyledikleri şarkıya eşlik etmenizi ister sizden. adımlarınız yanıbaşınızdan seslenir, soluğunuz ayak uçlarınızdadır. onlar da hava gibi somutlaşıp önünüze dikilir ikidebir.

dilim bu kadar dönüyor gördüğümü anlatmaya. ama bilimin bu doğa olayı hakkında bir açıklaması var. kaptanınız kuzeye doğru hareket etmek üzere limandan ayrılacak bu bilgi sayesinde. havayı koklayarak yönümü bulamam ya, benim de bilimin nimetlerinden faydalanmam gerek. sayın bilim, ses dalgalarının yeri kaplayan kar tabakası tarafından emilmesi nedeniyle yansıma azalır diyor. ancak yerde uzun süre kalan kar, sert ve düz bir zemin oluşturacağından sesin yansıması net bir şekilde daha uzaklara erişebilecektir. nordik coğrafyada yapılan müziğin kulağımıza bu kadar sık çalınmasının nedeni de bu olmalı.

gemiyi bu cümleyle kuzeye taşımanın zamanı geldi de geçiyor bile. fakat kaptanın yaşlı kalbi, göçebe yaşantısından usanır gibi şimdilerde. çabuk yoruluyor, bölük pörçük anlatıyor her şeyi. dişe dokunur bir yolculuk da vaat etmiyor besbelli. başlarken gücü kuvveti yerindeydi. sazlı sözlü bir seyrüsefer planlıyordu. yola çıkarken beach house'un norway şarkısını dinleyecektiniz. legrand şarkıyı söylerken arkada çalan gitar, yukarıda anlattığımız karlı seslere mi öykünüyor diye soracaktı. ve asıl derdi jaga jazzist'e geçecekti. en sonunda 'iyi kötü yaşıyoruz yahu' diyecek ve konudan bağımsız edwyn collinsli bir mavis şarkısıyla limana yanaşacaktı. olmadı. eh, ne demiş üstat: plans can fall through as so often they do. lütfen daha sonra yeniden deneyiniz.

get well soon - 5 steps / 7 swords
[silindi]

Çarşamba, Ocak 20, 2010

kedi düşünce

geçen sene gazetelerden birinin ucunda kıyısında bir haber okumuştum. küçük haberler hep birinin omzundan gazete okurken ilgimi çeker. büyük puntolu haberleri hiçbir konum ve mesafeden okumamayı tercih ederim. soru: bu durumda elimde duran gazeteyi okuma olasılığım nedir? başa dönelim. kediler, neden köpekler kadar insan canlısı değil konulu bir araştırma yapılmış. köpeklerin kedilerden daha önce insan içine çıktığı, kedilerin hala bazı durumlarda içgüdüleriyle hareket ettiği sonucuna varılmış. atıyor gibi olmak istemem ama yanlış hatırlamıyorsam bin yıllık bir farktan bahsediyorlar.

30'lu yıllarda çekilmiş bir filmde ortalıkta dolaşan kedilere bakıyordum. insana ve onun ürettiklerine zamane kedilerinden daha ürkek, temkinli yaklaşıyordu hepsi. yaklaşma da denmez ya, kaçıyorlar işte. öbür yanda akşamları işten eve dönünce (ben değil, kedi) kaloriferin kenarına kurulan, kendisine sağladığımız konfor karşılığında mıncıklanmasına ses çıkarmayan kediye bakıyorum. elektronik cihazlara gösterdiği ilgi, tamir için eve gelen teknik servis kıvamında. kamera arkasını daha çok sevdiğinden, bugüne dek kendisini görüntüleme şansına da erişemedik. kedilerin zamanla 'yavşadığını' söylemek istemiyorum. bu canavarın annesi, eve hiç adım atmaz mesela. gösterdiği en büyük yakınlık, sokak boyunca bahçe duvarları arasında saklanarak bana bir süre eşlik etmekten ibaret.

sözün kısası, kedilerin 'medenileşme' sürecinde bin yılların telaffuz edildiği bir ortamda, insan ömrünün kedilerdeki değişikleri algılayamayacak kadar kısa olması gerekmez miydi? fakat nasıl oluyor da 30'ların kedileri, şimdiki jenerasyondan açıkça farklı davranış biçimleri gösterebiliyor? modernitenin sonu gelince kedilerin davranışları da gözle görülür bir biçimde değişti mi yoksa? ne oldu size kediler?

kedi toplumuna dair dile getirmek istediğim bir diğer husus (dolmuşla karşıya geçerken aklıma geldi bu), sokak kedilerinin seyahat özgürlüklerinin istanbul şehrinde fevkalade sınırlandırılmış olması. anadolu yakasında yaşayan bir kedi, avrupa yakasına geçiş için gerekli tüm ulaşım imkanlarından yoksun. ya da tam tersi. kedilerin büyük çoğunluğunun ömrü, doğdukları yakada son buluyor. karşıya gizlice geçmeyi başaranların yaşadığı uyum sorunları ise, uzak geleceğe dair bir sorun olarak kalıyor.

maymun yılı

yapım aşamasındaki otobanlarda izini belli etmek istedikçe sıcak asfalta daha çok gömülen bir kuşağın jia zhangke filmlerinde kayda geçmiş, sürekli tekrar etmeye mahkum hallerini gösterir enstantanelerden bir seçkiyle yayınımıza devam ediyoruz.

beklenen mesajlar


evrensel yanıtlar


geleceğe umutla bakanlar


şarkılarla yaşayanlar

pickpocket, platform ve unknown pleasures'ın orasından burasından kırpıla. sanming'in çalıştığı madende aldığı yevmiyenin yarısını kuzenine uzatıp "bunu wenying'e ver, üniversiteye gitsin. buralara bir daha geri gelmesin" diyerek maden ocağına döndüğü sahneyi beynime kazındığı yerden çıkarıp burada yayınlayamadım. boşlukları tamamlayınız.

xiu xiu - i luv the valley oh!
[silindi]

Çarşamba, Ocak 13, 2010

dünyaya düşen adam

...ve bir gün, bas jan mutfaktan sandalyesini alıp çatıya çıktı. ilk düşüşünü gerçekleştirmek için... yere çarptığı anda, sanatçı bundan sonra kullanacağı malzemeyi de bulmuştu. yerçekimi... yaşamımızın tüm görünümlerini yöneten temel güç. ilk adımlarımızda bize meydan okuyan, yaşam yolculuğunun sonuna geldiğimizde bizi deviren yerçekimi. kimi için tanrının eli ya da evrenin düzenleyici ilkesi. kimilerine göreyse yaşamın karmaşasını ya da varlığımızın saçmalığını temsil eden şey. (here is always somewhere else, rene daalder)

kaybolmak ve kaybetmek fiillerinin bu blogda kullanımı süresiz yasaklandığından (totokontrol) düşmekle yetininiz. o da ancak alıntı şeklinde ve kaynak gösterilmesi şartıyla.

titus andronicus - upon viewing brueghel's "landscape with the fall of icarus"
[silindi]

Salı, Ocak 05, 2010

the limits of control

cim carmuş bir yokmuş, sarhoş gemi'ye atlayıp sanatlar içre astral seyahate çıkmış bir suikastçinin hikayesini anlattığı son filminde, fırçayı beckett usulü sol elinde tutarak vurduğu darbelerle gerçekliği (yine) rastlantısal bir boyutta ele almakta ve olaylar gelişmemektedir. sesler, görüntüler, nesneler kendi geçmişlerinin yükünü almış, kenarsız köşesiz dünyalarda çarpa çarpa yol alır. her bir rastlantıda carmuş'un dünyasına açılan kilit noktalar, sizin gerçekliğinizle de kesişebilir pekala. en iyi filmler, rüyaya benzer. gerçekten izlediğinizden asla emin olamazsınız. carmuş tripleri bizi daha nice alemlere götürür de susuz geri getirir. kafası güzel insan netekim.

filmin müziklerinde bu kerre bad rabbit adlı oluşum içerisinde icrai faaliyetlere de el atmış carmuş beyefendi. fakat soundtrack'in baskın unsuru ve asıl bombası, southern lord'un karanlık adamları sunn o)), earth ve aynı damardan muhteşem boris. filmden bağımsız olarak özenle dinleyiniz. hayal gücünüzün limitlerini ölçmek açısından yararlı bir zihinsel jimnastik olacaktır. dikkat buyurun, yönetmen de bulmacadaki ipuçlarını ortaya çıkarması bakımından müziğin filmde pek önemli bir yeri olduğunu, hatta kimi zaman senaryodan önce kafasında müziğin olduğu demecini vermiş bu ay saytensaunda. tuvalette okuduklarımdan kaldığı kadarıyla aktarıyorum. evet, tuvaletinde saytensaund okunan bir ortamda yaşıyorum.

boris - farewell
[silindi]