Pazar, Mart 25, 2012

iksv 31. istanbul film festivali seçkim. üçüncü ayak banko. film oynar, insan bakar.

Cumartesi, Mart 24, 2012

Perşembe, Mart 22, 2012

Oturdugum kahvecinin karsi kaldiriminda baba zula'dan murat ertel kaftanini giymis birini bekliyor. Yanimdaki masada duplikas grubundan sakalli bir adam, ulkedeki muzigin gidisati ve (her zaman oldugu gibi) yerel muzik formlariyla nasil tanisip aydinlandiklari hakkinda demec veriyor. Bugun dogu-bati sentezi bayrami olabilir mi? Buyuk onder erkin koray icin siir okuyup heykeline celenk koyarlar mi ki?

Salı, Mart 20, 2012

reklam yönetmenine film yaptırırsan, eline geçen her şeyi cilalayıp satılığa çıkarır. ingiliz'in hödüğü de işin içine girince hakikaten katlanılmaz bir şeye dönüşüyor ortaya çıkan. kill list'i geceyarısı çılgınlığı bölümüne koyanlar, en azından isteyen uyur diye düşünerek hareket etmiştir umarım.

Cuma, Mart 16, 2012

Saat sabahın beşi. Beynimi yatakta uyur halde bıraktım, çıktım sokağa. Taksici huzur versin diye dini yayın yapan bir radyo kanalını açtı. Hoca bilmem kim, dinleyici sorularını yanıtlıyor. Adam doğacak çocuğuna 'abdullah muhammed bin' ismini koymak istiyor. Ama bin ne demek, caiz midir hocam? Bin mi, din mi diyor hoca. Bin, bin... 999'dan sonra gelen sayı mı, yoksa bildiğimiz din mi, islam gibi olan? Sayı gibi olan, ama sayı olmayan. O bin, oğlu demek, isim olmaz; vakkas oğlu abdullah muhammed olur senin oğlan. Ama isim değil o. Bin olan. Oyle mi hocam, sakata gelmeyelim de. Allah razı olsun sizden. Cumlemizin. Amin.

Pazar, Mart 11, 2012

simmel, kültürün bir tarihi olmasının nedenini açıklarken yaşam ve yapıt arasındaki çatışmadan söz ediyor iki saat boyunca okumak zorunda kaldığım önsözden sonra:
hayatın yaratıcı hareketinin, hayata ifade ve gerçekleşme formları sunan birtakım yapıtlar ürettiği her yerde, buna kültür deriz: yasalar, sanat eserleri, din vb. bunlar, hayatın kesintisiz akışını içlerine alıp ona form ve içerik, ufuk ve düzen kazandırır. fakat hayat sürecinin bu ürünlerinin kendine özgü bir özelliği vardır: ortaya çıktıkları andan itibaren kendilerine ait sabit birer forma sahiptirler... bu formlar, hem kendilerinden uzaklaşan yaratıcı hayatı taşırlar, hem de bunu takiben içlerine dolan, ama bir süre sonra kuşatamaz oldukları hayatı... ilk oluşma anlarında hayatlka uyumlu olabilirler; ama hayat kendi evrimini sürdürdükçe, bu formlar katılaşıp sabitleşmeye başlar, hayata yabancı, hatta düşman hale gelirler. (modern kültürde çatışma)
görmezden gelinemez varlığını halen tüm şiddetiyle sürdüren bir olguya dokunan ya da onu kibirli kollarıyla saran/sarsan otoriter yapının köhneliğinden yakınıp, o olgu üzerinde -aslında hiç de gerekmiyorken- yeni bir otoriter yapı oluşturulmaya çalışılması (ve elbette eskisinin kötülüğünün ileride tekrar hortlatılmak üzere gölgelerin arkasına saklandığı unutulmamalıdır), kültür dünyamızın devinmeye devam ettiğinin umut verici bir işaretidir. ya da: ben neden dert ettim ki bunu kendime?

Pazartesi, Mart 05, 2012

flann o'brien'ın dalkey arşivi adlı romanında gözlerden uzak kalabilmek için küçük bir kasabada 'gıda sektöründe' çalışmaya başlayan, yazdıklarını hatırlamayan ya da reddeden bir james joyce var. joyce, üzerinde çalıştığı eseri için "düşüncelerime ve argümanlarıma gayet hakimim... düşüncelerim henüz çok yeni. korkarım ki onları henüz kelimelerle ifade edemiyorum" gibi bir laf ediyor mick'le sohbeti sırasında. ne adam! kelimeler düşüncelerini karşılayamayacak kadar güdük kalıyor demek ki. doğru, iyi niyetimi eksik etmem ben kötülük görmedikçe. ama o'brien'ın saygıda kusur etmeyen hınzırlığı başka düşünceleri tetikledi içimde. dilin olmadığı yerde düşüncenin varlık kazanamayacağı konusundaki dilbilim kuralı gelmeseydi sefil aklıma, daha ileri gitmezdim. bu kadarla kalsa yine iyi. kitabın yazıldığı tarihe baktım. zamanın güncel meselelerinden aldığı destekle, daha derinden vurmuş olabilirdi o'brien. joyce'un romanda dile getirilen durumuyla lacan'ın imge evreni arasında sıkı bir bağlantı vardı. joyce, imge evrenine sığınıyor ya da bir tür bunaklık neticesinde geri dönüyordu oraya. böyle bir alan içerisinde dilden söz edemiyorduk. joyce'un bilinçdışına hapsolmuş yaşlı-çocuk bedeni simgesel düzene karşı ayak dirediği müddetçe kendisini ifade edemeyecekti. ama simgesel düzen de pek matah bir şey sayılmazdı canım. dilin içinde anlam kazanmış, gerçek olduğu iddia edilen her şey düzmeceydi. kutsal ruh bile çok sonraları baba-oğul ikilisine yancı yazılmakla uydurulmuştu joyce'a göre. tekrar bu yalana dönmenin ne anlamı vardı? vay canına dedim kendi kendime. hafta sonu konuştuğumuz emlakçı doğru söylüyordu! evin bir tarafı istediğiniz gibiyse; öteki tarafında mutlaka bir yamukluk olurdu. iki yakanın bir araya geldiği görülmemişti. emlakçılar da en az lacan kadar baş ağrıtıcı olabildiğinden daha fazla kurcalamadım söylediklerini.

Cuma, Mart 02, 2012


soldan sağa: yıldırım önal, orson welles, herbert lom.