Pazartesi, Ağustos 31, 2015

tonypandy

yirminci yüzyılın ilk yarısında polisiye romanlar yazan (ve yazık ki ancak yüzyılın ilk yarısı kadar bir ömür yaşayan) josephine tey'in daughter of time adlı romanı zamanın kızı adıyla bizde de yayınlandı.  tey'in müfettiş alan grant karakterinin son maceralarından biri olan romanda, tarih kitaplarında iii. richard'ın tahtı garantilemek için işlediği iddia edilen yeğen cinayetlerinin gerçekliği tartışılıyor. ancak bu bir dönem anlatısı değil. müfettiş hasta yatağında tarih kitapları, belgeler ve biyografilerle haşır neşir halde iii. richard'ın masumiyetini kanıtlamaya çalışıyor. shakespeare'in oyunu sayesinde konudan az çok haberdar olmakla birlikte, plantagenet ve tudor hanedanlarının soy sop kütüklerine biraz aşina olsaydım öyküye daha çabuk ısınabilirdim belki. ana damarı her zaman bulamasanız da, bir kitapta kafanızda soru işareti uyandıracak başka gizemlere rastlayabilirsiniz.

Perşembe, Ağustos 27, 2015

scognamillo ve beyoğlu anıları

scognamillo'nun bir levantenin beyoğlu anıları kitabı ilk kez 1991 yılında metis yayınları'ndan çıkmış. kitabın bir yerinde aşağı yukarı 72 yıldır beyoğlu'nda yaşadığını söylüyor scognamillo. tevellüt 1929 ise bu cümleyi 2001 yılında kurmuş olmalı. bu tarih kitabın bilge karınca yayınları'ndan çıkan ilk baskısının yapıldığı yıla denk düştüğüne göre, anıların o tarihte bir güncelleme geçirdiği sonucuna varabiliriz. ama hemen giriş bölümünde beyoğlu'nda yaşadığı süreyi  80 yıl olarak belirtiyordu üstat. bu da elimde tuttuğum agora baskısından çıkan ilk baskının tarihi ile örtüşüyor. ikinci bir güncelleme daha yapılmış demek. önce şunu yanıtlayayım: neden bu kadar geç kaldım okumakta? benim beyoğlu tarihi ile ilgili merakım, ne anılara ne de (zaten hiç olmayan) akademik bir duyarlılığa dayanıyor. kitabı bir arkadaşımın armağan ettiğini düşünürsek neredeyse rastlantısal ve zayıf bir ilgi aslında. doksanlarda beyoğlu'yla aramızda kocaman bir deniz vardı ve beyoğlu çocuk - ergen olan benim için ulaşılması güç bir yerdeydi. hobsbawm 1789 öncesi dünyanın neye benzediğini anlatırken, coğrafi olarak halen keşfedilmemiş pek çok yeri olması nedeniyle küçük, bir yerden bir yere gitmek söz konusu olduğunda ise harcanan zaman bakımından büyük bir dünya tasviri yapıyor. son iki yüzyılın arasında duran benim için beyoğlu'na uzaklığımın nedeni teknolojinin değil de zihinsel anlamda ulaşım araçlarının yetersizliğiydi dersek daha yerinde olur herhalde. ama scognamillo da öyle değil mi canım? caddede aşağı yukarı dolaşırken, tünel ve diğer tarafta taksim meydanının ötesiyle ilgili hatırladıklarının flu olduğunu, buralardan ötesinin ayrıntı gibi kaldığını yazıyor. asıl meselemize dönelim. insan anılarını neden güncelleme gereği duyar? belli bir zaman dilimini yazıda mühürledikten sonra mühürü yeniden açıp değişiklik yapmak nasıl bir ihtiyacın ürünü? önce belirtmem gerekir ki, bu işin eğlencesi yok değil. scognamillo, anılarında anı kitabından bahsedebilmek gibi bir ayrıcalığa erişiyor. çocukluk arkadaşıyla uzun yıllar sonra karşılaştıklarında anı kitabını okumuş olduğunu öğreniyor. başka bir yerde kitabın ilk çıktığında çok ilgi gördüğünden söz ediyor. fakat anılarının mekana sıkı sıkıya bağlılığının güncelleme konusunda esas rolü oynadığını sanıyorum. yaşamınızı belli bir mekan bağlamında anlatmak istediğinizde oradaki değişimi kayıt altına almak, anıların boşluğa düşmesini engellemek endişesinin bir yansıması olmalı. beyoğlu da değişmek, silinmek, üzerine yazılmak konusunda kentin en talihsiz yerlerinden biri. kitapta scognamillo'nun şimdi bu mekan bilmem ne olarak kullanılmaktadır dediği yerler, aradan geçen sürede tekrar tekrar değişikliğe uğramış, tanınmaz hale gelmiş. bazılarının yüzleri hala metal levhalarla kaplı, tamamen unutulmaları bekleniyor. yalnızca bir yaşam alanını değil, insan zihninin hatırlamaya dair tüm yetilerini yıkmayı kendine görev edinmiş bir anlayışın karşısında anılarını anlatabilmek, bu türe aykırı düşecek araçları kuşanmayı gerektiriyor gerçekten de. anı kitabını anlatan anı kitabı gibi.

Perşembe, Ağustos 13, 2015

kaçak kedi

bugün çerkezköy'de gittiğim yerde masanın üzerinde duran yerel gazetede alelade görünen bir kedi kurtarma operasyonu haberine rastladım.


haberi okumaya başlayınca artan derecede ilginçlik barındırdığını farkettim. çatıya çıkan kedi, iki haftadır sesten rahatsız olan apartman sakinleri, üç kez gelmesine rağmen kediyi yakalayamayıp geri dönen itfaiye. televizyon haberlerinde ağaçtan kedi kurtaran itfaiye haberlerini hep görürüz ama hiçbir şey yapamayıp geri dönen itfaiye haberini ilk kez duyuyorum. tabii fotoğrafa bakarsanız, yatağın altına kaçan çorabı süpürge sapıyla çeker gibi kediyi çektirmek en hafif deyimle hödükçe. haberin devamı dördüncü sayfadaymış. bu haberin nasıl bir devamı olabilir derken yerel ölçekte ciddi bir infial yaşandığı, satır aralarında da bolca hayvan zulmü içerdiği ortaya çıktı.

Pazar, Temmuz 26, 2015

sahibinin sesi

sevim burak sahibinin sesi oyununda bilal'in delice konuşmaları karşısında zevcei bahtsız zembul'ü (ya da sümbül, ya da matmazel zembul allahanati) yazı dilinde "hii... hiii..." diye ağlatır. olay 1930'lu yıllarda geçiyor. benim çıkarabildiğim Aralık 1930 - Haziran 1931 tarihlerinde. sevim burak ölmeden bir yıl önce yayınlanmış kitap. ağlama seslerinin taklit edildiği diyalogları okurken şimdilerde yazıda böyle ağlamadığımızı düşündüm. yenilerden bir örnek verilecek olsa "ühü... ühü..." olmaz mıydı bu? geçen zaman içinde duyduğumuz sesleri yazıya dökerken farklı bir işitme duygusu veya kavrayış mı geliştirdik? en azından 1980'lerde ühü'yü yazıya dökmüş birileri olmalı diye düşünüyorum. ben şimdiye kadar hiç dikkat etmedim. fakat bir tiyatro oyunu söz konusu olduğu için ağlama sırasında çıkan sesin tonu konusunda fikir sahibi olmamızı sağlayacak bir ipucu verilmek istenmiş de olabilir. tiz ve histerik bir tonda tekrar eden hıçkırıklar mesela. o halde bilal, babasının ölüp ölmediğini kontrole gelen dr. jak'a "bana muzaffer seza deyin" derken dr. jak'ın "muzaffer seza... heee.. he." diye gülmesini nasıl canlandıracağız zihnimizde? "hehe" değil, "heh heh" hiç değil. roman ya da hikaye olsa burak nasıl ağlandığını-gülündüğünü anlatacak üç beş kelam bulur, ses taklidiyle uğraşmazdı herhalde.

alan moore'un h.p. lovecraft öykülerinden esinlenerek yazdığı çizgi romanlardan ilki (daha öncesi var mı bilmiyorum) court yard'ı okuyordum. fbi ajanı sax, vahşice işlenen seri cinayetleri aydınlatmak için aklo denilen bir uyuşturucunun peşine düşer. satıcının evinde aklo'yu deneyecektir. satıcı, sax'ın kulağına tuhaf kelimeler fısıldamaya başlar:

wza-y'ei. sözcük içimde yazın gürleyen gök gibi patlıyor. gözkapaklarımın içine swastika ve bok böceklerini yansıtıyor... sonra başka bir sözcük fısıldanıyor kulaklarıma. dünyanın bilinen dillerinde yazılmamış, dengi olmayan bir sözcük... dho-hna... nefes almadan içiyorum onu. eldivendeki el, değirmen kanatlarındaki rüzgar gibi taşıyıcısına anlam veren bir güç. eşiği geçerek ona anlam veren bir misafir ya da istenmeyen kişi... aklo bir uyuşturucu değil. bunun yarısı kadar akla oyunlar oynayabilecek bir uyuşturucu yok. aklo bir dil...
(sonrasında evde, olay anında...)
şimdi anlıyorum ki burası ne clinton caddesi, ne de ben gerçekten oradan geçtim. ben burada üzerine eğilmiş başucunda dururken ikimiz de sana uyguladığım sözel yeniden inşanın bir parçasıyız sadece. 
...
fhtagn

yazıya gelince hepimiz sahibimizin sesiyiz.

Cumartesi, Temmuz 25, 2015

twitter'da, facebook'ta yayıncıların ve kitabevlerinin samimiyetine kanıp baskısı tükenmiş kitapların ne zaman tekrar yayınlanacağını ya da dükkanlarına ne zaman geleceğini  soruyorum arada bir. son derece istikrarlı biçimde şimdiye kadar hiçbirinden cevap alamadım. ciddiye alınmak için leziz, keyifli kelimelerinden birisini cümle içinde kullanmam mı gerekiyor? ya da "mutlaka okunmalı, sçılmalı" şeklindeki moda kalıbı mı tercih ederlerdi? kitabı satın alıp kahveyle birlikte fotoğrafını çekerek instagrama koyacağıma and mı içeyim?

Pazartesi, Ekim 07, 2013

günün son ışıklarını göbüşünde toplayarak akşam ayazına hazırlık yapan kedi.


Cumartesi, Ağustos 31, 2013

virginia woolfoğlu


cengiz kurtoğlu, virginia woolf için söylüyor: yıllar senindir.

Cuma, Ağustos 30, 2013

bir uzun mesafe koşucusunun asabiyeti

hepimiz haruki murakami'nin askerleriyiz. nike ayakkabı şirketinin bu yılki koşusuna yazdırdım adımı geçen hafta. kasım ayındaki on kilometrelik istanbul maratonu için iyi bir ön hazırlık. ama her şirkette olageldiği gibi reklamlarına, sloganlarına, pompaladıkları yaşam biçimine gözünüz takılmasın sakın. tam bir sinir harbi. ayakkabıda mündemiç teknolojiyle teknik olarak uçabileceğiniz iddiasında bulunmak yetmiyor artık. bunu çok iyi biliyoruz. az evvel zikrettiğim şirketin şimdiki şiarı da şehrin her bir sıkıcı metresini koşarak, onu tekdüzeliğinden kurtarma, yeniden tanımlama ve en nihayetinde katarsise özdeş bir ele geçirme eylemi üzerine kurulu.

yeryüzünün bir bölümünü kağıt üzerinde ölçeklendirmek, tahakkümle ne derece ilgili ise, bu toprak parçasının birey tarafından yeniden tanımlanması, o derece tahakküm karşıtı bir eylemdir. yeni bir şey değil söylediğim. marx, benjamin, lefebvre, harvey gibi düşünürlere bakın. sonra marx'ın şarap örneğine biraz göz gezdirin. oradan harvey'nin marx'tan aldığı topu göğsünde yumuşatarak şiir gibi bir röveşataya kalktığı, çok uluslu şirketlerin bir şehrin özgünlüğünü pazarlamak için çelişkili bir biçimde o özgünlüğün nasıl içine ettiklerini anlatan asi şehirler kitabındaki makalesini okuyun. tüm bunların ışığında şunu sormak lazım: sana ne oluyor be nikeciğim?  senin özelinde konuşmayı kesiyorum.

sermayeye bu kadar iddialı ve yalancı olma rahatlığını veren, biraz da kendi yarattığı kitlenin sermayenin ideallerine olan bağlılığı değil mi? aynı şirketin istanbul şehrinde koşmak üzerine birtakım kişilerin görüşlerini yayınladığı siteye bakalım. sultanahmet ve civarı için şöyle buyurulmuş:
koştuğum rota, tarihi yarımada diye tabir edilen yer. özellikle turistlerin varlığı bu sokaklara bir avrupa şehri rahatlığı katıyor.
koşmak için rahat ortamı sağlayan, kendini yaşadığın şehirden başka bir yerde (bir avrupa ülkesi tabii) düşlemek. tatlı düşlerin insan topluluklarının en temel haklarının ihlaline zemin hazırlayacağını düşünebilir misiniz? şans işte, denk geldi. bugün radikal kitap'ta istanbul, müstesna şehrin istisna hali adlı kitap için yapılmış bir söyleşi vardı. ayşe çavdar, kentsel dönüşümün psikolojik altyapısından söz ediyor. "tarlabaşı yıkılmadan önce, ne kadar çok kapkaç haberi okuyorduk. sonra tarlabaşı yıkılırken kimse sesini çıkarmadı. devlet tarlabaşı'nı kriminalize ederken, inanmaya çok hazırdık." çok yakında orası da koşmak için uygun, uygar bir yer olacak. peki herkesin kalabalıklığına şaşırdığı, iyiden iyiye göze batmaya başlayan arap nüfusunu ne yapacağız? (keşke avrupalılar gelse onların yerine, diyen birini tanıyorum). bu adamları da memleketlerine sağ salim gönderirsek (bizde ırkçılık olmaz) sokaklarımız çiçek gibi olur. yine sıkıcılaşırsak daha önce olanları unutur ve büyüklerimizin bizim için yeni bir koşu ve slogan bulmasını bekleriz.

 ne demişti george orwell, sonra da ratm çok güzel alıntıladıydı: geçmişi kontrol eden, geleceği de kontrol eder. şimdiyi kontrol eden, geçmişi de kontrol eder. ikibölübeşbeze ise abdurrahman palay'ın sesinden şimdiki zamanın sokaktaki sesini pek güzel yansıtmış idi: "şimdi bize hayatı yasak edenlerden hesap soracağız."

Salı, Ağustos 27, 2013

kuzin bette

o kocası olacak polonyalı sünepe wenceslas'ın gizlice valérie'yle flört etmeye kaçtığı gün, hortense kızımız bütün gece dışarıdan gelen araba seslerini dinler, ha geldi ha gelecek bekler durur. saat sabahın biri, herif hala ortada yok. bizimki başına bir iş mi geldi diye kendini paralıyor, a benim cancağızım. ben de sene sanki 1840'lar değilmiş gibi -1848 kesin değil, onu biliyorum- telefonla arasa iyi olur bence diyorum kendi kendime. balzac, zaman kurgusunu saat ustası gibi işlediği romanının hangi sarsak beyinler tarafından okunduğunu bilseydi...

ama balzac'a daha çok acı verecek olan, iyi - kötü şeklinde kesin çizgilerle ayrıılmamış ve her biri az çok kapitalizmin çamuruna bulanmış karakterlerinden kuzin bette'e iltimas geçen intikam dolu yürekler olurdu bence. kuzin bette'in velinimeti (!) ailenin boğazına çökme hikayesinde üzücü bir yan görmememiz, ikibinli yılların başında aşırı derecede tükettiğimiz güney koreli intikam filmleri yüzünden oldu bana kalırsa. koskoca balzac, eşittir kapitalizm, kent yaşamı ve insanlık komedyası üzerine yazılmış binlerce sayfa, daha yeni geride bıraktığımız on yılın ehlileştirilmemiş duygular parodisine mi kurban gitti? hayır. çok saçma. teori çöktü beyler, dağılın.

Cumartesi, Ağustos 24, 2013

artamonoff


artamonoff'un geçen yüzyılın başlarında çektiği istanbul -ve biraz efes vs.- fotoğraflarının yer aldığı sergi -fotoğrafların tümüne buradan ulaşılabiliyor sanırım- kent ve fotoğraf üzerine pek çok düşünceyi tetikleyen türden. her şeyden önce üzerinde yaşadığımız bu beton kente zamanın kalıntıları arasında terkedilmiş bir yer duygusunu veren o boşluk. istanbul olduğuna inanmamamızın nedeni fotoğraftaki o belirli açı mı yoksa artık orada var olmadığını bildiğimiz gözün nesnesi mi? işte size tarih öncesine ait bir alain robbe grillet. ya da bilemedin le orme. icadından beri fotoğrafın şok edici belge niteliğini kaybetmediğini güçlü bir şekilde hissetmeniz ise başka bir hikaye. ne kadar tostmodernleşsek de, geçmişten gelen bir yüz ifadesi, ya da kentin sokaklarının bir uçtan bir uca görünümü değerini korumaya devam ediyor. yalnız bu mu? kentle birlikte içinde yaşayanları da dişlerinin arasında parçalayan canavarın sesinin kulağınızda çınladığını itiraf edin.