Pazartesi, Aralık 28, 2009

yapay takımyıldızlar


ayarı bozuk bir laternanın çıkardığı müzik gibi havaya saçılan bakışları, titreyerek yakalıyordu insanların kahkahalı yüzlerini. gözlerini kapadığında suya bırakınca kaçıp giden balıklar gibi kaçışıyordu yüzler. sonsuza dek yineleneceğinden emin olduğu bu gizli ayin uzun sürmedi. yıkıntıların arasında, elinde tuttuğu yüzlerin silik izleri var artık. ölü kelimeler doğuruyor sesi. ağzından çıkar çıkmaz yere düşüp parçalanıyor kana bulanmış yavruları. arkalarından ağıt yakılmayacak; kimsenin kucağına verilmeyeceklerdi nasıl olsa. çoğaltamayacağı tek şeyin sessizlik olduğu fısıldanıyor kulağına.

öğretilmiş zaman, hiçbir gerçeği yansıtmadığı aynasının içinde gülünç soytarılar gibi devinirken, yekpare var olduğu başlangıca doğru bir yolculuğa çağırıyor. yalanlarını duymak istemiyorum. gerçek, hiçbir yerde yansımayacak. biliyorum.

broadcast & the focus group - libra, the mirror's minor self
[silindi]

Pazar, Aralık 20, 2009

uyku müziği


on parmağında on marifetli düş taşıyan peter broderick bu senenin son düzlüğüne girerken şapkasından bir tavşan daha çıkardı. uyku ile uyanıklık arasında, bilincinizin hiçbir yerin vatandaşı olduğu topraklarda dinleyebileceğiniz müzikleri yayınlamaya kendini adamış plak şirketi (ya da projesi) slaapwel'den yayınlandı albüm. gel peter, sen anlarsın bu işlerden demişler. peter temiz çocuk, kırmaz kimseyi. oturmuş yarım saatlik bir parça çıkarmış. vay efendim, sen misin düş kapısında el açan! broderick'in uyuyan heykelini yapıp gökten beş yüz tane düşmeye hazır halde sidiye basmışlar. adını da 'music for a sleeping sculpture of peter broderick' koymuşlar. bu satırların yazarı, bir tanesi kendisine düşer mi diye düşünürken tamamen eğitim amaçlı bir kopyasını edinmiş internet'ten. güzel bir düşten uyanınca, tekrar uyuyup kaldığım yerden devam etme olasılığı ne kadar düşükse, broderick'in müziğini dinlerken tekrar duyamamaktan endişeleniyorum bazen. saplantılı ruhumda kopan fırtınaların durulması için elle tutulur bir kopyasını her daim başucumda bulundurunuz. benim başucumda tabii. sizin başucunuzu ne yapayım?

bu yazının şarkısı (şimdi anlattığımı dinletemem arkadaşım, çok uzun o), broderick'in geçen yıl yayınlanan yedi inç uzunluğundaki küçük başyapıtından. midlake grubunun roscoe şarkısını yorumluyor plağın bir yüzünde. sadece üç yüz tane basılan bu elmalardan biri, uzaydaki kalelerden benim kafama düşmüştü o zamanlar. aylar geçti dinlemeye doyamadım. her gittiğim yerde reklamını yapıyorum ki, üç yüz yıl sonra çok değerli bir plak olsun, milyoner olayım ben de. plağın resmini çekip resmen yazıya iliştirdim ya. görgüsüzüm, mutluyum.


peter broderick - roscoe
[silindi]

Pazartesi, Aralık 14, 2009

içeri/dışarı

metabolizmanın geçici bir süre serbest düşüşe geçmesi nedeniyle aşırı üşüme sorunları yaşayan ben (ben, ben, ben! ben10!), hafta sonunda tercihini evde pineklemekten yana kullanmış, korunaklı bir yerde bulunmanın göz kırpma süresinde yarattığı küstahlıkla da, hafta hiç başlamayacakmış gibi (başlamadan sıkıldım diyecek kadar mozcar wilde olamadım ömrümde), saklandığım delikten hava olayları hakkında kehanetlerde bulunmuştum. neticede devlet meteoroloji işleri'nin web sitesi düzenli olarak takip ettiğim ve severek okuduğum tek yayındı ve buna hakkım vardı. uzatıyorum (bu iyi). kısacası, aklı bin karış havada bu küstahlık yüzünden olacak, pazartesi günü naçiz varlığımı dış dünyaya teslim etmemle, doğa ve insan yapılarının gazabının hamlet kisvesine bürünüp beni polonius misali şekilden şekile, buluttan buluta sokması bir oldu.

gökyüzü sabahın köründe parlamaya başladı ama öğlene kadar çalıştığım yerde gömüldüğüm kağıtların arasında, pencerenin ucundan yansıyan küçük bir ışık demeti dışında güneşle karşılaşmadım. çalışmanın kötü bir yanı (birçok kötü yanı arasında), gündüz saatlerini bağışladığınız (gündüz vassaf az sonra) müessesede, dışarı çıksanız dahi size ait bir zamanı yaşama olanağınızın olmaması. çok çok yolu uzatır, başka bir yol seçer, sonra kürkçü dükkanına geri dönersiniz. yok efendim ben bir yandan düş kurar bir yandan da işimi görürüm diyorsanız, onun da geçer akçe olmadığı tecrübeyle sabit. düşişleri nezaretinde bir memuriyet mevkii edinmişseniz, ne ala. konuyu iyice bir dağıtayım, ortalığa saçılsın diyorum. bu çöplüğün bana ait olduğuna inandırabileyim kendimi ve daha da dağıtabileyim.

öğlen oldu. ödünç güneşin altında yola çıktım. gideceğim yerin telefonları şehir içini gösteriyor güya ama cehennem gibi uzak. binalar yoldaki şeritler gibi kesik kesik akıyor. az gidince ortadan kayboluyorlar. tek tük evlerden ibaret köyler çıkıyor sonra karşıma. ve onlar da yokoluyor. sadece yeşili ve suyu görüyorum. ama yazlıklar, köy evleri yine fırlıyor sahneye, iki yanda saf tutmuş vaziyette. evlerin kök salmadığı yerlere ulaşıp bir süre böyle devam edince, zemberek boşaldı ve nereden gelip nereye gittiğimi unuttum. küçük dozlarda kullanımımıza sunulan gündüzün tadını azami seviyede çıkarıyordum. denizi de gördüm mü, bu iş tamamdır. geleceğin aşırı denetimci sistemlerini anlatan ters ütopya romanlarında, kazara ışığı gördüğü için suçlu konumuna düşen ördeklerin başına ne geliyordu?

yolculuğun sonu. hapishane. o koskoca ıssızlığın ortasında betondan yapılmış devasa ordular karşılıyor sizi. tellerin arkasında sıvası dökülmüş apartmanlar gördüm önce. lojmanmış. çocuklar oynasın diye park da yapmışlar bir kenarına. böyle bir yerde oyun oynamak ürkütücü gözükebilir ama çocuk aklının eğlenceye dönüştüremeyeceği soluk bir renk yok herhalde. ortaokulda okuduğum okul, hapishanenin dibindeydi. her gün mahkumlardan birinin kaçmasını umuyorduk. okula saklanabilecekleri düşüncesiyle eve gönderiliyorduk çünkü.

içeri girdim. pembe duvarlı geniş salonda (burada da oyun alanı var) her şey kıpır kıpır. aklımın pek almadığı, hayat dolu bir piyesin içindeyiz sanki. bu pembe düş çok sürmedi. hapishanenin kalbine ulaşmak için diğer kapıdan çıkıp yürümeye başladım. hayalet gibi dolanıyorum. çevremi dalga dalga saran yüksek gri duvarlar, gözetleme kuleleri. gökyüzünün hükmü yok burada. yeryüzünde insanların inşa ettiği en korkunç 'ev' türü bu besbelli. içeridekini dışarı bırakmaya izin vermiyor. dışarıya ait hiçbir hayat belirtisini de içeri sokmuyor. hayatın dışına çıkarılmış bu yapının yarattığı boğuculuğun, boşluğun tek benzerini askerde görmüştüm.

içinizi karartmayı başarabildiysem, eve dönebiliriz. kendi hapishanemde ne kadar genişleyebilirim diye düşünerek geldim eve. cehenneme övgü'de bir bölüm var. 'evlerin yatak odası, oturma odası şeklinde bölümlendirilmesi modern bir tahakküm biçimi olmakla, bu fonksiyonel ayrım size nerede ne yapmanız/yapmamanız gerektiğini dikte eder' ana fikirli bir yazı. eh, ben de bilgisayarı mutfakta kullanırım o zaman. normalden fazla atıştırmak gibi yan etkileri var ama şaka maka, adam doğru söylüyor galiba. kendimi gemi kaptanı gibi hissediyorum artık. her şeyi kumanda edebilirim buradan. bakarsın dünyayı da ele geçiririm birkaç aya kalmaz. banyoyla yatak odasının dayattığı işlevden memnunum ama. onlar öyle iyi. oturma odası konusunda emin değilim. hole oturayım dedim. kapıdan çok soğuk geliyor.

yazıyı buraya kadar okuma zahmetine katlananlar... vini amcadan kendi elcağızımla seçtiğim aşağıdaki parçayı size armağan ederek kendimi affettirmeye çalışacağım. yukarıda ne yazmışsam, hiç okunmamış sayarsınız umarım.

the durutti column - the room
[silindi]

Cumartesi, Aralık 12, 2009

kafam daralıyor



angil + hiddntracks'in arab strap, mogwai gibi harika grupları bağrına basmış 'kimyasal andırgravnd plakçılık inşaat taahhüt gıda tur. ltd. şti.' firmasınca yayınlanan oulipo saliva adlı uzunçalarından bu şarkı. piyasaya çıktığı zaman nasıl oldu da fazla yankı uyandırmadı müzik basınında, şaşılacak iş. platin plak mı alsındı, o başka tabii. animasyonun tatlılığı bir yana bırakılırsa, dikkatli kulaklar şarkıda la majör akorunun çalınmadığına tanık olacak; lirik araştırması için kolları sıvayanlarsa kayboluşvari (bildiğin kayboluş) bir hinliğin kokusunu alacaktır mutlaka. bunların ayırdına varamayacak olanlarımız (hadi kandırmayalım birbirimizi. basbayağı biz oluyoruz bu güruh) basamakta durmayınız, piyanonun akordu bozukmuş, çarpabilir.

bir harfi kullanmamaya çabalamak, saçmalama konusunda büyük kolaylık sağlıyor doğrusu. bu durumda mantıklı konuşmak zor ama normal şartlarda da mantıklı konuşmuyorum ki. tüm bu olgular ışığında, ortadan kaybolan harfin hayatımdaki anlamının 'mantık' olduğunu, harf israfıyla harcanan onca yıl için dövünüp durmanın bir yararı olmadığını dünyaya duyurarak huzurlarınızdan ayrılıyorum (bunun da mantıklı bir yanının olmadığının farkındayım).

tashih: la majörsüz hafif batı müziği mi olurmuş? mi majör olacaktı.

Pazar, Aralık 06, 2009

kuşatma (blokada)

biraz aşağıda sleep furiously'den bahsederken filmdeki bütün seslerin richard d. james tornasından çıkmış olabileceği yolunda bir komplo teorisi üretmiştim. şu işe bakınız ki, dün bunun pekala mümkün olduğunu ve daha önce denendiğini gözlerimle gördüm. vay canına! otuzuncu yaş günümün 'faith no more' gibi pek anlamlı bir etkinlikle aynı güne denk gelmesini de sayarsak bu yıl yaşadığım ikinci tesadüf oldu bu. kısacası berbat bir yıldı. her neyse...

cuma günü 1001 belgesel film festivali başladı malumunuz. güç bela edinebildiğim dünkü programdan kuşatma adlı belgeseli izledim. şair'in ölümü ve mechanical love filmlerini merak ettiysem de, yoğun iş tempom (ütü, bulaşık vb.) nedeniyle yetişemedim onlara.

film, ikinci dünya savaşında yaklaşık üç yıl süren st. petersburg kuşatmasında şehirde olup biteni, sovyet hükümetinin arşiv görüntüleri aracılığıyla anlatıyor. yönetmen, kuşatmayı anlatırken üst ses ya da müzik kullanmak yerine, orijinalinde sessiz olan görüntüler için ortam sesi üretme yöntemini seçmiş. kentin uğultusu, patlamalar, motor sesleri dünün görüntüsü ve bugünün sesiyle çıkıyor karşınıza. matematiksel bir işçilik diye düşünürken adamın matematiğin ağa babası üzerine eğitim gördüğünü de öğrenmiş oldum sonradan.

filmin teknik yapısındaki bu deney üzerine düşünmek keyif verici tabii. içinde durağan birkaç ögenin yer aldığı basit bir görüntüde bile doğal sesi yakalamak için yüzlerce ayrıntıyla boğuşmak zorunda kalındığı açık. hep eksik kalan bir şeyler var dikkatli bakarsanız. bu halde hayatın sanatı taklit etmesinin nedeni, sanatın hayatı taklit edememesi ihtimali olabilir mi diye soruyoruz şehrin büyük düşürünlerine.
burada duralım. kuşatma, bir deneyden ibaret değil. filmdeki görüntüler giderek ağırlaşıyor. ses konusunda ince eleyip sık dokumak züppece bir uğraş gibi geliyor. etrafa yayılmış ölüler. toplu mezarlar. yola akan suyu sıraya girip kovasına dolduranlar. şehir adı verilen yıkıntı. kuşatmanın kırıldığı mutlu sonda dahi rahatsız edici görüntüler peşinizi bırakmıyor.

11 aralık'a kadar sürecek festivalde başka tesadüflerle karşılaşmak dileğiyle, iyi pazarlar dilerim. şimdi gerçekleri görme zamanı. çamaşırlar birikmiş. pöf.

iliketrains - we all fall down
[silindi]

veba ve kendini dış dünyadan yalıtmak gibi başlıklar etrafında dönüyor şarkı. konumuzu bir başka boyutta ele aldığı fikri uyandı kafamda. kadehlerdeki metafor izlerinde aradım seni dün gece.

Perşembe, Aralık 03, 2009

dirty three

sözleri bunalım olmayan şarkılar dinlememi salık vermişti arkadaşım. sözleri olmayan bunalım şarkılar dinlerken buldum kendimi. bu yazının ateşleyicisi, geçenlerde pitchfork'ta yayınlanan, dirty three'nin nick cave'le birlikte otel odasında çaldıkları parçanın videosu oldu.

gruba duyduğum ilginin kaynaklarını araştırmaya çocukken kızkardeşimin kafama oyuncak kemanla vurduğu ana ait fotoğraftan yola çıkarak mı başlamalıyım bilmiyorum. o kadar geriye dönmek gerekir mi acaba? aile albümümüzde şeffaf yapışkan koruyucuyla karton sayfa arasına sıkışıp kalmış bu fotoğrafı dijitalleştirerek siz değerli okuyucuların beğenisine sunmanın olanağı yok artık. öyleyse doksanların son metrelerine doğru ilerleyelim.


dirty three'yle ilk karşılaşmam, horse stories albümüyle oldu. daha önce hiç duymamıştım adlarını ama kapaktaki resme vuruldum ilk görüşte. kızgın şehirler, denizle (o da öfkeli belli ki) kanlı bıçaklı olmuş. gökyüzünde kocaman bir at, denize doğru koşuyor. çocuksu şekiller görünüşte ama renklerdeki belli belirsiz karmaşa, karanlıkla aydınlık arasında mekik dokuyor. sadece sözlerini okuyarak müziği duyabileceğiniz şarkılar var. dirty three'nin sesini ise albümlerindeki resimlerde duyabilirsiniz.

üç adam ayrı odalarda oturmuş, birbirlerinden habersiz aynı şarkıyı çalmak için kırık dökük sesler çıkarıyor. seslerin bütününde ortaya çıkan ruh birliği, dışarıdaki insanların uyum adını verdikleri kurallar silsilesinin ötesinde bir yerlerde. buruşturulup atılmış kağıt çöpler sokakta isteksizce devinirken, sert bir rüzgarla kendi etraflarında mikro fırtınalar yaratarak dönmeye başlıyor. rüzgar durunca kağıt parçaları yerine dönüyor. her şey eskisi gibi. kendini kolay ele vermeyen bir müzik dirty three'nin yaptığı. davul ve gitarın alçakgönüllü bir incelikle dokuduğu sesler, ellis'in kemanından geri durmuyor. iki ses arasındaki boşluk, dördüncü kişi olarak katılıyor müziğe.

dirty three - sirena
[silindi]

konu hakkında daha ayrıntılı bilgi ve belge için 2007 tarihli dirty three belgeseline başvurabilirsiniz. bulana kadar canım çıktı ama çektiğim zahmete değdi (emeğime sağlık). arşiv kayıtlarından tutun, nick cave, steve albini, bobby gillespie, mick harvey, will oldham ve chan marshall gibi sanatçıların tanıklıklarına kadar her bir şeyi doldurmuşlar belgeselin içine. bu da yetmezmiş gibi, bonus diks bölümünde yaklaşık bir buçuk saat süren tokyo konserinin tamamını izleyebiliyoruz. ellis konser boyunca kendinden geçmiş halde hopluyor, zıplıyor, yerlerde sürünüyor, seyircilerin arasına dalıyor. eline ne geçerse onunla çaldığı enstrumanı çıplak elleriyle tırmaladıktan sonra yapacak başka bir şey kalmadığını anladığından mıdır nedir, kemanın üzerindeki mikrofona tüm gücüyle bağırarak bitiriyor konseri.

Salı, Aralık 01, 2009

hayatta kalma sanatı

"boşa çekme yavrım, harcama filmi! biz de gözükelim."
"manzara resmi çekiyorum anne yaa!"

(haydarpaşa garı önünde, bugün)

yeni yetmelik çağının başlarında kıyısından köşesinden kültür fizik hareketlerine temas eden insanlarımızın bir kısmı çekeceği kısa filmin senaryosunu kafasında hababam şekillendirmeye çalışırken (sabah yataktan kalkar esas oğlan filmin başında), diğer bir kısmı da amatör fotoğrafçılık deneylerinde yaşamın uçucu anlarını sonsuzlaştırma derdine düşer. teoride geleneğin zincirlerini kırmak eylemi, annenin ultra-pragmatik, hayatta kalmaya dayalı direnciyle mücadelede bulur somut karşılığını.

dört günlük tatil için eve döndüğümde, geride bıraktıklarıma bakıp geçmişteki "ıvır zıvıra para harcama oğlum, okulda aç kalıyorsun sonra" yakınmalarına bir güzelleme düzmeye niyetlenmiştim. ama uykum geldi. üstelik iyi bir fikir gibi gözükmedi şimdi gözüme. yatıp zıbarayım en iyisi.

max richter - lullaby from the westcoast sleepers
[silindi]