Cumartesi, Nisan 30, 2011

kaymak kodu

akıl büken, beyin gıdıklayan bir filmi izlemek için sinema biletine para harcamakla, uzun yolculukların yükünü hafifletmek için terminalden bulmaca dergisi satın almak arasındaki fark giderek azalıyor. vovizovi'nin source code'unu izlerken, üzerime vazife olmasa da, türk sinemasının bu damardan nasıl beslenebileceğini düşündüm gayri ihtiyari. dallanıp budaklanan girift akrabalık ilişkilerimiz, en az bir inception ya da bilemediniz donnie darko kadar içinden çıkılması zor senaryolara dayanak oluşturabilir. fatma'nın eltisi memnune bir süredir gördüğü kabusların etkisi altında zor günler geçirmektedir. kocasının ısrarıyla görümcesinin kaynının pek methettiği bir hocaya görünür. hoca, baldızının memnune'nin dünürünün üvey oğlunun bacanağıyla yasak bir ilişki yaşadığından habersiz, memnune'nin rüyalarının yıllar önce ölmüş dedesinin kayın biraderinin, kumar masasında dayısının oğlunu tufaya getirerek kazandığı gizemli bir makineden kaynaklandığını söyler. memnune bu makineye ve rüyalarının ardındaki sırra ulaşabilecek midir?

Cuma, Nisan 15, 2011

gotikev

büyük oranda 70'lerin sonuna atfedilen avro-çöp film müziklerinin günümüz elektronik gelişmeleri ışığında deşifresini yapan umberto'dan sonra xander harris, bayrağı 80'lere doğru taşımış gözüküyor. yazın gelişiyle ışığın pencerelerden içeri sızmasından hazzetmeyen karanlık ruhlar, urban gothic adlı albümden the house parçasını dinleyerek fulci'nin the house by the cemetery filmi atmosferinde bir süre daha hayatta kalmayı başarabilir. akşam saatlerinin son serin rüzgarları ise xanger harris'in toplamasında direnmeye devam ediyor.

xander harris - the house

Çarşamba, Nisan 13, 2011

çıplak göz

sığ düşünce, yüksek beğeni standartlarıyla donanmıştır. ama kopartılan kahkaha tufanı içinde ne oldukları duyulmaz hiç (imdb top 100 mü?). çetin inanç, sözün tıkanıp kaldığı noktada en sağlam kozunuzdur. tartışmasız kötü. izlemek bile gerekmez. herkes tarafından kabul görmüş kitschliği, güruhun ortak eğlence malzemesidir. daha ilerisini düşünmeniz istenmez. nasıl da beceriksizce apartılmıştır onca kült film, değil mi? gülünüz. onun bu söylenenleri masum bir utanç ve pişmanlıkla kabullendiğini bilmeseniz de olur.
nude for satan izliyordum. şimdilerde gözlerimin yavaşça kaybettiği uzağı net görme becerisinin film izlememe engel olmayacağına kendimi inandırmak için flu görüntülerle mi haşır neşir olmak istiyordum? mümkün. gotik bir şato ve terkedilmeye yüz tutmuş geniş bahçesi, tuhaf ev sahibi ve hizmetçisi, mebzul miktarda çıplaklık, zaman üzerine iddialı bir teori. malzemeler ağız sulandırıyor ama tarife gelince el ayak dolanıyor, sıra şaşıyor. seyirci olarak bir oyun icat etmeye zorluyor bu durum beni. acemice kaydedilmiş her sahneyi kafamda yeniden kurguluyorum bu oyunda. filmi aynı anda tekrar inşa etmeye çalışıyorum. başka zaman olsa ayırdına varamayacağım ayrıntılar takılmaya başlıyor gözüme. kaza sahnesinde kadrajın içine savrulan tekerleği siliyorum. bahçenin etrafında hep aynı yere çıkan adam şatoya bakmasın istiyorum. ama örümcek kalsın. kadını düşerken görüntüleyen kamera hilesine neredeyse sevgi besliyorum. başka nasıl çekilebilirdi ki? ekrandan yansıyan ışıkla yarıştırdığım beynim teklemeye başlıyor sonra. kıvıramadığım anlar çoğalıyor. filmin son dakikalarında teslim bayrağını çekiyorum, boşluğu yakalamaya çalışır gibi danseden çıplak kadınların ağır çekim görüntülerine bırakıyorum kendimi. yönetmenle birlikte ateşe veriyoruz filmi. herkes kendi yoluna gidiyor. başka bir beklentimiz yoktu ki...

Pazartesi, Nisan 11, 2011

the people vs. george lucas vs. el libro de piedra

film festivali programımın belgesel yoğunluklu geçen ilk haftasının kapanışını the people vs. george lucas ile yaptım. star wars hayranı değilim. çocukluğum star wars evrenini düşleyerek geçmedi. serinin beni en hoş tutan yanı, hayranların saplantılı yaşamlarını gözlemlemek olmuştur, doğruya doğru. filmdeki gezegenlerarası politika, ticaret, sürdürülebilir kalkınma, sosyal sorumluluk vs. gerçek yaşamda aklınıza gelebilecek her türlü kavramsal saçmalığın da beni biçare sıkıntılara gark ettiğini söylemeden edemeyeceğim.

anladığım kadarıyla, star wars hayranlarının yakarışları şu noktada toplanıyor: bir zamanlar birleşik devletler bilmem ne kongresine çıkıp siyah beyaz filmlerin renklendirilmesinin kültürel mirasın topluma mal olmuşluğuna aykırı olduğunu söyleyerek mevcut kopyaların orijinal halleriyle korunmasını ve iyileştirilmesini isteyen lucas, kendi mirasını geleceğe taşırken neden köklü bir yeniliğe gidiyor ve bu arada orijinal kopyaların dağıtıma girmesini engelliyor? hayranların o filmleri çocukluklarında gördükleri biçimiyle sahiplendiğini bilmiyor mu? filmde şimşek hızıyla akıp giden görüntüler ve konuşmalardan sanat eserini korumak için yapılacak müdahalenin sınırı neresidir sorusunu düşünecek zaman bulamıyoruz ama star wars örneğinde nerede saf tutmamız gerektiği parmakla işaret ediliyor. sonunda george lucas'ı iyisiyle kötüsüyle sevmeliyiz ana fikri de ihmal edilmiyor. tartışmada taraf olmamı sağlayacak tutkunun bende eksik olması, durumu kendimce tahlil etmemi engellemedi neyse ki. imdadıma damdan düşer gibi yetişti el libro de piedra.

bundan tam 700 yıl önce (filmin çekildiği tarihten itibaren saymaya devam edersek 740 olmuş bile) avusturya'da holstäinburg adı verilen bir yerde çok güçlü ve korkunç bir cadı ölmüş. rivayet o ki kötü cadı, ölüme karşı gelmenin bir yolunu bulmuş ve öldükten bin yıl sonra dirileceğine kesin gözüyle bakıyormuş. onu tek endişelendiren şey, muhteşem büyü kitabıymış. toprağın altında geçireceği o kocaman zaman diliminde zavallı kitabı bir ölümlü gibi korunmasız kalacak, hatta belki yok olacakmış. onu da kendisi gibi ölümsüzleştirmek için aklına şeytani bir fikir gelmiş. kitabı oğlunun ellerine teslim edip ikisini de taşa çevirmiş. artık oğul ve kitap, hiç değişmeden (taşın da aşınacağı bilimsel gerçeğini kurcalamayın siz), birbirlerine göz kulak olacaklarmış o dönene kadar.

bu masalla george lucas'ın yukarıda özetlemeye çalıştığım tavrını üst üste getirdiğinizde tam olarak bir benzerlik elde etmeniz mümkün değildir. lucas, arada bir mezarından kalkıp kitabını revize eden bir cadıdır daha çok. hayranların konumu nedir öyleyse? kitabı korumak için taşlaşmak zorunda kalan çocuk mu? heykelin etrafını saran kötülük ekseninde mağdur olan ziyaretçiler mi? lucas'ın hünerli elleriyle kapitalizmin araçlarından faydalanarak kendini bir canavara dönüştürmesi o kadar açık ki, hayranların mutlaka masum bir rolü olması gerektiğine inanıyoruz. ama el libro de piedra'nın cadısı tam da onlardır işte. çocukluğuna ait anıları nostalji büyüsüyle taşlaştırıp bin yıl boyunca bozulmadan kalmasını arzu eden geçmiş zaman tapınağının müritleri. yoksa ne diye amacı "oynanılmak, dokunulmak, eskimek" olan oyuncakları bile kutusundan çıkarmaya ödleri kopsun ki? muhteşem eşleşme!