gökyüzünü kaplayıp odanın içine sızan siren seslerini yattığım yerde dinlerken, unutulmuş bir zamana ait tahtadan yapılmış yelkenli gemilerin gün ağarırken kısa süreliğine yaşadığımız şehre uğradıklarını, aydınlık mutlak hükmünü ilan ettiğinde ansızın kaybolacaklarını düşünürdüm. o zamanlar erken kalkıp okula ya da işe yetişmek ve denizde neler olup bittiğini kendi gözlerimle görmek gibi bir zorunluluğum yoktu. sesler, onları nasıl hayal ediyorsam öyleydi. sonraları insan içine çıkıp kitleleri kucaklamaya başlayınca, bu sesler de kitlelerin onlara verdiği anlam kadar tınlar oldu. sirenler deniz trafiğinde bir problem olduğunu haber veriyordu. biz de karşıya geçmenin başka yollarını arıyorduk. en reziliyse soğuk bir sabaha uyanıp bütün gece büyük bir emekle ısıttığınız yataktan ayrılmaktı. ölene kadar devam edeceğini tahmin ettiğim bu işkenceyi tarif etmek için debelenmek yerine, d.h. lawrence'ın ölen adam öyküsünden bir alıntı yapayım (dünyaya düşen adam, uyuyan adam derken... karşınızda ölen adam. bilge karasu çevirisiyle elbette) :
"istese kıpırdanabilirdi: biliyordu bunu. ama kıpırdanmak istemiyordu canı. ölülerin arasından kalkıp dönmeyi kim ister ki? kımıldamanın önsezisinde bile, içinde, derinden derine bir gönül bulantısı kıpırdıyordu. içinde zaten başlamış olan garip, ölçüye vurulmaz harekete: bilinçliliğe yeniden dönüş hareketine içerliyordu şimdiden. öyle olmasını istememişti. ötelerde, belleğin bile taşlar gibi ölü yattığı yerde kalmak istemişti."
bu zorunlu sabahları renklendiren, gündelik hayatın baskıcı sıradanlığını bozguna uğratan bir olay varsa o da, karla örtülmüş bir güne uyanmaktır kanımca. hatırlıyorum da, gece yatmadan mesaiye başlayan karın sabah uyandığımda dışarıyı beyaza boyadığını görünce siren seslerine aldırmadan dışarı, denize doğru atmıştım kendimi. vapurların çalışmadığından emindim. karayolunu kullanan toplu taşıma araçlarının hazırlıksız yakalandığını anlatan akşam haberlerini kafamda canlandırıyor, gitmek zorunda olduğum yere gidememenin kolektif mazeretini düşündükçe kıvanç duyuyordum. bu sabah ben istediğim için dışarıdaydım. dünyayı her zamanki ritminden ayrılmış halinde görmesem olmazdı.
böyle anlarda, tarih boyunca insanlığın kazandığı hız durma noktasına gelir. dua gibi okunup ezberlenmiş kurallar beyaz bir devrimle tahtından edilmiş gibidir. hayat, yavaş çekimde akmaya başlar. boşluk, ete kemiğe bürünmüştür. keskin uçları törpülenmiş seslerin perspektifsizliği, oyunbaz bir makamda söyledikleri şarkıya eşlik etmenizi ister sizden. adımlarınız yanıbaşınızdan seslenir, soluğunuz ayak uçlarınızdadır. onlar da hava gibi somutlaşıp önünüze dikilir ikidebir.
dilim bu kadar dönüyor gördüğümü anlatmaya. ama bilimin bu doğa olayı hakkında bir açıklaması var. kaptanınız kuzeye doğru hareket etmek üzere limandan ayrılacak bu bilgi sayesinde. havayı koklayarak yönümü bulamam ya, benim de bilimin nimetlerinden faydalanmam gerek. sayın bilim, ses dalgalarının yeri kaplayan kar tabakası tarafından emilmesi nedeniyle yansıma azalır diyor. ancak yerde uzun süre kalan kar, sert ve düz bir zemin oluşturacağından sesin yansıması net bir şekilde daha uzaklara erişebilecektir. nordik coğrafyada yapılan müziğin kulağımıza bu kadar sık çalınmasının nedeni de bu olmalı.
gemiyi bu cümleyle kuzeye taşımanın zamanı geldi de geçiyor bile. fakat kaptanın yaşlı kalbi, göçebe yaşantısından usanır gibi şimdilerde. çabuk yoruluyor, bölük pörçük anlatıyor her şeyi. dişe dokunur bir yolculuk da vaat etmiyor besbelli. başlarken gücü kuvveti yerindeydi. sazlı sözlü bir seyrüsefer planlıyordu. yola çıkarken beach house'un norway şarkısını dinleyecektiniz. legrand şarkıyı söylerken arkada çalan gitar, yukarıda anlattığımız karlı seslere mi öykünüyor diye soracaktı. ve asıl derdi jaga jazzist'e geçecekti. en sonunda 'iyi kötü yaşıyoruz yahu' diyecek ve konudan bağımsız edwyn collinsli bir mavis şarkısıyla limana yanaşacaktı. olmadı. eh, ne demiş üstat: plans can fall through as so often they do. lütfen daha sonra yeniden deneyiniz.
get well soon - 5 steps / 7 swords
[silindi]
1 yorum:
Yorum Gönder