Pazartesi, Ocak 25, 2010

üşüyoruz kirgor amca



malcolm middleton - cold winter


seabear - cold summer

Pazar, Ocak 24, 2010

karlı sesler

gökyüzünü kaplayıp odanın içine sızan siren seslerini yattığım yerde dinlerken, unutulmuş bir zamana ait tahtadan yapılmış yelkenli gemilerin gün ağarırken kısa süreliğine yaşadığımız şehre uğradıklarını, aydınlık mutlak hükmünü ilan ettiğinde ansızın kaybolacaklarını düşünürdüm. o zamanlar erken kalkıp okula ya da işe yetişmek ve denizde neler olup bittiğini kendi gözlerimle görmek gibi bir zorunluluğum yoktu. sesler, onları nasıl hayal ediyorsam öyleydi. sonraları insan içine çıkıp kitleleri kucaklamaya başlayınca, bu sesler de kitlelerin onlara verdiği anlam kadar tınlar oldu. sirenler deniz trafiğinde bir problem olduğunu haber veriyordu. biz de karşıya geçmenin başka yollarını arıyorduk. en reziliyse soğuk bir sabaha uyanıp bütün gece büyük bir emekle ısıttığınız yataktan ayrılmaktı. ölene kadar devam edeceğini tahmin ettiğim bu işkenceyi tarif etmek için debelenmek yerine, d.h. lawrence'ın ölen adam öyküsünden bir alıntı yapayım (dünyaya düşen adam, uyuyan adam derken... karşınızda ölen adam. bilge karasu çevirisiyle elbette) :

"istese kıpırdanabilirdi: biliyordu bunu. ama kıpırdanmak istemiyordu canı. ölülerin arasından kalkıp dönmeyi kim ister ki? kımıldamanın önsezisinde bile, içinde, derinden derine bir gönül bulantısı kıpırdıyordu. içinde zaten başlamış olan garip, ölçüye vurulmaz harekete: bilinçliliğe yeniden dönüş hareketine içerliyordu şimdiden. öyle olmasını istememişti. ötelerde, belleğin bile taşlar gibi ölü yattığı yerde kalmak istemişti."

bu zorunlu sabahları renklendiren, gündelik hayatın baskıcı sıradanlığını bozguna uğratan bir olay varsa o da, karla örtülmüş bir güne uyanmaktır kanımca. hatırlıyorum da, gece yatmadan mesaiye başlayan karın sabah uyandığımda dışarıyı beyaza boyadığını görünce siren seslerine aldırmadan dışarı, denize doğru atmıştım kendimi. vapurların çalışmadığından emindim. karayolunu kullanan toplu taşıma araçlarının hazırlıksız yakalandığını anlatan akşam haberlerini kafamda canlandırıyor, gitmek zorunda olduğum yere gidememenin kolektif mazeretini düşündükçe kıvanç duyuyordum. bu sabah ben istediğim için dışarıdaydım. dünyayı her zamanki ritminden ayrılmış halinde görmesem olmazdı.

böyle anlarda, tarih boyunca insanlığın kazandığı hız durma noktasına gelir. dua gibi okunup ezberlenmiş kurallar beyaz bir devrimle tahtından edilmiş gibidir. hayat, yavaş çekimde akmaya başlar. boşluk, ete kemiğe bürünmüştür. keskin uçları törpülenmiş seslerin perspektifsizliği, oyunbaz bir makamda söyledikleri şarkıya eşlik etmenizi ister sizden. adımlarınız yanıbaşınızdan seslenir, soluğunuz ayak uçlarınızdadır. onlar da hava gibi somutlaşıp önünüze dikilir ikidebir.

dilim bu kadar dönüyor gördüğümü anlatmaya. ama bilimin bu doğa olayı hakkında bir açıklaması var. kaptanınız kuzeye doğru hareket etmek üzere limandan ayrılacak bu bilgi sayesinde. havayı koklayarak yönümü bulamam ya, benim de bilimin nimetlerinden faydalanmam gerek. sayın bilim, ses dalgalarının yeri kaplayan kar tabakası tarafından emilmesi nedeniyle yansıma azalır diyor. ancak yerde uzun süre kalan kar, sert ve düz bir zemin oluşturacağından sesin yansıması net bir şekilde daha uzaklara erişebilecektir. nordik coğrafyada yapılan müziğin kulağımıza bu kadar sık çalınmasının nedeni de bu olmalı.

gemiyi bu cümleyle kuzeye taşımanın zamanı geldi de geçiyor bile. fakat kaptanın yaşlı kalbi, göçebe yaşantısından usanır gibi şimdilerde. çabuk yoruluyor, bölük pörçük anlatıyor her şeyi. dişe dokunur bir yolculuk da vaat etmiyor besbelli. başlarken gücü kuvveti yerindeydi. sazlı sözlü bir seyrüsefer planlıyordu. yola çıkarken beach house'un norway şarkısını dinleyecektiniz. legrand şarkıyı söylerken arkada çalan gitar, yukarıda anlattığımız karlı seslere mi öykünüyor diye soracaktı. ve asıl derdi jaga jazzist'e geçecekti. en sonunda 'iyi kötü yaşıyoruz yahu' diyecek ve konudan bağımsız edwyn collinsli bir mavis şarkısıyla limana yanaşacaktı. olmadı. eh, ne demiş üstat: plans can fall through as so often they do. lütfen daha sonra yeniden deneyiniz.

get well soon - 5 steps / 7 swords
[silindi]

Çarşamba, Ocak 20, 2010

kedi düşünce

geçen sene gazetelerden birinin ucunda kıyısında bir haber okumuştum. küçük haberler hep birinin omzundan gazete okurken ilgimi çeker. büyük puntolu haberleri hiçbir konum ve mesafeden okumamayı tercih ederim. soru: bu durumda elimde duran gazeteyi okuma olasılığım nedir? başa dönelim. kediler, neden köpekler kadar insan canlısı değil konulu bir araştırma yapılmış. köpeklerin kedilerden daha önce insan içine çıktığı, kedilerin hala bazı durumlarda içgüdüleriyle hareket ettiği sonucuna varılmış. atıyor gibi olmak istemem ama yanlış hatırlamıyorsam bin yıllık bir farktan bahsediyorlar.

30'lu yıllarda çekilmiş bir filmde ortalıkta dolaşan kedilere bakıyordum. insana ve onun ürettiklerine zamane kedilerinden daha ürkek, temkinli yaklaşıyordu hepsi. yaklaşma da denmez ya, kaçıyorlar işte. öbür yanda akşamları işten eve dönünce (ben değil, kedi) kaloriferin kenarına kurulan, kendisine sağladığımız konfor karşılığında mıncıklanmasına ses çıkarmayan kediye bakıyorum. elektronik cihazlara gösterdiği ilgi, tamir için eve gelen teknik servis kıvamında. kamera arkasını daha çok sevdiğinden, bugüne dek kendisini görüntüleme şansına da erişemedik. kedilerin zamanla 'yavşadığını' söylemek istemiyorum. bu canavarın annesi, eve hiç adım atmaz mesela. gösterdiği en büyük yakınlık, sokak boyunca bahçe duvarları arasında saklanarak bana bir süre eşlik etmekten ibaret.

sözün kısası, kedilerin 'medenileşme' sürecinde bin yılların telaffuz edildiği bir ortamda, insan ömrünün kedilerdeki değişikleri algılayamayacak kadar kısa olması gerekmez miydi? fakat nasıl oluyor da 30'ların kedileri, şimdiki jenerasyondan açıkça farklı davranış biçimleri gösterebiliyor? modernitenin sonu gelince kedilerin davranışları da gözle görülür bir biçimde değişti mi yoksa? ne oldu size kediler?

kedi toplumuna dair dile getirmek istediğim bir diğer husus (dolmuşla karşıya geçerken aklıma geldi bu), sokak kedilerinin seyahat özgürlüklerinin istanbul şehrinde fevkalade sınırlandırılmış olması. anadolu yakasında yaşayan bir kedi, avrupa yakasına geçiş için gerekli tüm ulaşım imkanlarından yoksun. ya da tam tersi. kedilerin büyük çoğunluğunun ömrü, doğdukları yakada son buluyor. karşıya gizlice geçmeyi başaranların yaşadığı uyum sorunları ise, uzak geleceğe dair bir sorun olarak kalıyor.

maymun yılı

yapım aşamasındaki otobanlarda izini belli etmek istedikçe sıcak asfalta daha çok gömülen bir kuşağın jia zhangke filmlerinde kayda geçmiş, sürekli tekrar etmeye mahkum hallerini gösterir enstantanelerden bir seçkiyle yayınımıza devam ediyoruz.

beklenen mesajlar


evrensel yanıtlar


geleceğe umutla bakanlar


şarkılarla yaşayanlar

pickpocket, platform ve unknown pleasures'ın orasından burasından kırpıla. sanming'in çalıştığı madende aldığı yevmiyenin yarısını kuzenine uzatıp "bunu wenying'e ver, üniversiteye gitsin. buralara bir daha geri gelmesin" diyerek maden ocağına döndüğü sahneyi beynime kazındığı yerden çıkarıp burada yayınlayamadım. boşlukları tamamlayınız.

xiu xiu - i luv the valley oh!
[silindi]

Çarşamba, Ocak 13, 2010

dünyaya düşen adam

...ve bir gün, bas jan mutfaktan sandalyesini alıp çatıya çıktı. ilk düşüşünü gerçekleştirmek için... yere çarptığı anda, sanatçı bundan sonra kullanacağı malzemeyi de bulmuştu. yerçekimi... yaşamımızın tüm görünümlerini yöneten temel güç. ilk adımlarımızda bize meydan okuyan, yaşam yolculuğunun sonuna geldiğimizde bizi deviren yerçekimi. kimi için tanrının eli ya da evrenin düzenleyici ilkesi. kimilerine göreyse yaşamın karmaşasını ya da varlığımızın saçmalığını temsil eden şey. (here is always somewhere else, rene daalder)

kaybolmak ve kaybetmek fiillerinin bu blogda kullanımı süresiz yasaklandığından (totokontrol) düşmekle yetininiz. o da ancak alıntı şeklinde ve kaynak gösterilmesi şartıyla.

titus andronicus - upon viewing brueghel's "landscape with the fall of icarus"
[silindi]

Salı, Ocak 05, 2010

the limits of control

cim carmuş bir yokmuş, sarhoş gemi'ye atlayıp sanatlar içre astral seyahate çıkmış bir suikastçinin hikayesini anlattığı son filminde, fırçayı beckett usulü sol elinde tutarak vurduğu darbelerle gerçekliği (yine) rastlantısal bir boyutta ele almakta ve olaylar gelişmemektedir. sesler, görüntüler, nesneler kendi geçmişlerinin yükünü almış, kenarsız köşesiz dünyalarda çarpa çarpa yol alır. her bir rastlantıda carmuş'un dünyasına açılan kilit noktalar, sizin gerçekliğinizle de kesişebilir pekala. en iyi filmler, rüyaya benzer. gerçekten izlediğinizden asla emin olamazsınız. carmuş tripleri bizi daha nice alemlere götürür de susuz geri getirir. kafası güzel insan netekim.

filmin müziklerinde bu kerre bad rabbit adlı oluşum içerisinde icrai faaliyetlere de el atmış carmuş beyefendi. fakat soundtrack'in baskın unsuru ve asıl bombası, southern lord'un karanlık adamları sunn o)), earth ve aynı damardan muhteşem boris. filmden bağımsız olarak özenle dinleyiniz. hayal gücünüzün limitlerini ölçmek açısından yararlı bir zihinsel jimnastik olacaktır. dikkat buyurun, yönetmen de bulmacadaki ipuçlarını ortaya çıkarması bakımından müziğin filmde pek önemli bir yeri olduğunu, hatta kimi zaman senaryodan önce kafasında müziğin olduğu demecini vermiş bu ay saytensaunda. tuvalette okuduklarımdan kaldığı kadarıyla aktarıyorum. evet, tuvaletinde saytensaund okunan bir ortamda yaşıyorum.

boris - farewell
[silindi]